17 Mart 2009 Salı

“Abla”, yeniden kutular, torbalar arasında kaybolmadan, paralı kanalda izlediği birkaç film hakkında yazar: Kan Akacak, Amerikan Suçu, Yarından Sonra…

Festival listesini yapıp, İstanbul’daki kız kardeşine yollayan “abla”, yeniden kutular, torbalar arasında kaybolmadan, paralı kanalda izlediği birkaç film hakkında yazar: Kan Akacak, Amerikan Suçu, Yarından Sonra…

Upton Sinclair’in Petrol isimli kitabından 2007, ABD yapımı, Kan Akacak, bayıldığı, Magnolia ve porno sektörünü anlattığı, eğlenceli Boogie Nights’ın yönetmeni Paul Thomas Anderson’dan: Başrolde, petrolcü, hain bakışlı küçük kısık gözleriyle karşıt pos bıyıklı, Son Mohikan’da “abla” nın âşık olduğu Daniel Day Lewis, karşısında, küçük tarikatının müritlerinden, debdebeli gösterilerle şeytan kovan genç papaz, Paul Dano. Petrolcünün Tanrısı para; öyle ki, paraya ulaşmak için gereksinim duyduğu “masum öğe” için terkedilmiş bir çocuğu evlât edinir. Papaz da en az petrolcü kadar hırslı ve paragözdür, ailesiyle, çevresiyle ilişkisi ve filmin belkemiği petrolcüyle yaşadığı güç savaşı, yükselen gerilimle şaşırtıcı finale bağlanır. “Abla”nın, başlarda, neden kaynaklandığını anlamadığı baskın müzik, bereket, sonradan düzelir de film izlenebilir hale gelir.

Tommy O’Haven’in yönettiği, Catherine Keener, Ellen Page’in oynadığı ADB, 2007 yapımı Amerikan Suçu, ‘60’larda yaşanmış bir olayı anlatır: Sürekli içtiği öksürük şurubu, sigara eşliğinde, kendilerini terk eden kocasından kalma beş çocuk, sonuncunun babası büyük kızından birkaç yaş büyük genç bir adam olan bir bebekle, ütü yaparak geçinmeye çalışırken, gezici bir sirkte çalışan ana babalarının, haftada 20 Dolar’a birkaç aylığına pansiyoner bıraktığı iki kız, az zaman sonra hasta kadının tüm acılarının, çaresizliğinin odağı haline gelir. Kollar ve bacaklarda sigara söndürülüp, göğse bıçakla yazıların kazındığı, küçük oğlanın, yetmezmiş gibi mahalle arkadaşlarının da işkence nesnesi olan, cola şişesiyle uğradığı tecavüz yüzünden gerçekle bağını kesmiş görünen 16 yaşındaki büyük kız, açlıktan, kardeşinin tanıklık ederken “duygusuz değildi, gözyaşı akmıyordu” dediği susuzluk yüzünden, izleyicinin bu travmayı atlatmak mümkün değil, ölse daha iyi diyebileceği yaşamını yitirir. Sokağa taşan çığlıkları duymazdan gelen duyarsız komşularının burnu dibinde, kadının, duygusal yıkım, yoksulluk, ilâç, sigarayla beslenmiş bastırılmış öfkeyle yapabildikleri yanı sıra, bir yetişkinin sorumluluğunu üstlendiği/izin verdiği/yönlendirdiği şiddete, çocukların nasıl canla başla katıldıklarını görmek dehşet verici diye düşünmeden edemeyen “abla”, bir deney sırasında deneklerin, sorumluluğu bir başkasının alışıyla, verdikleri elektrik şokunu en üst düzeye dek artırabildiklerini okumuştur. Bir de, film gerçek bir olaya dayanmasa, abartılı senaryo denebilecek olayın kurbanı genç kızın akıl almaz, boyun eğmişliği “abla”nın aklına kazınır;
bacağı sakat kız kardeşini koruma iç güdüsü mü, kişiliğinden, eğitiminden gelen suçluluk duygusu mu, Yeni Çağ sözlüğünde geçen “kontrat”ı dolayısıyla bu olayı yaratıp, duyarsızlık, öfke, suçluluk, değersizlik, otorite, sorumluluk… kavramlarını tartışmaya açma görevi mi?

Roland Emmerich’in yönettiği, 2004 ABD yapımı Jake Gyllenhaal, Dennis Quaid’ın oynadığı Yarından Sonra: Çevrenin hoyratça kullanımı yüzünden beklenen ama çok daha önce çöken felaket/kıyametin, etkileyici görsellikle anlatıldığı filmin, “abla”ya göre en güzel kısmı, finalinde, Amerikan Başkanı’nın, yaptığı dokunaklı konuşmayla, sınırına yığıldıkları Meksika dahil, tüm Orta ve Güney Amerika ülkelerinin, borçlarını sildiklerini söylemesi!

Ve eski filmlerin söyledikleri:
1959
yapımı Ağdaki Adam filminde, Michael Curtiz yönetiminde, ressam rolündeki Alan Ladd için biri, “…bu tip, tuhaf fikirleri olan adamlar, her şeyi yapabileceklerini sanıyorlar…” derken, 1960 yapımı, Karel Reisz’in yönettiği Sevişme Günleri’nde fabrika işçisi Albert Finney arkadaşına “…annemle babamın televizyonu var, paket paket sigara içiyorlar…” demesiyle değer yargılarının, bilginin zaman içinde nasıl değiştiği/evrildiği ortaya konur. Çok daha yeni görünmekle birlikte, 1975 yapımı, Sidney Pollack’ın yönettiği Akbaba’nın Üç Günü’nde ise, külyutmaz Akbaba Robert Redford’un, şimdi çok acıklı görünen muhteşem! bilgisayar ve iletişim gereçlerini ustalıkla kullanarak kötü adamları nasıl faka bastırdığı gösterilirken teknolojinin, ardından yetişilemez görünen hızı sergilenir.

Hiç yorum yok: