19 Nisan 2010 Pazartesi

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali sonrası "abla"nın yıldız listesi

Festival boyunca iki hafta her sabah yürüme alışkanlığının yarattığı dürtmeyle, kızını da kalkındırıp, konuşa söyleşe Taksim'e yürüyen "abla", alışveriş yapmak isteyen kızından ayrılıp Beyoğlu Sineması'nın olduğu Halep Pasajı'na girer; aşağı inecekken, odasının kapısı açık -kendisini, Zeki Demirkubuz'la tanıştıralı gönlünde yeri ayrı- işletmeci beyle selamlaşır, ayaküstü bir sohbet tutturur. Bir sonraki festivale dek vedalaşırlarken, "inşallah, bakalım o zaman kadar..." der işletmeci bey, "Alkazar salonlarına talip olduk, malsahibi, yandaki mağaza da onun, öyle bir para istedi ki kira olarak... Filmekimi'ni Atlas'ta yapacaklar, biz de katılmak istedik, bakalım..." Sohbet sonunda; sinemaya gitmeye üşenip, korsan mı değil mi bakmadan edindiğimiz filmleri, evlerimizde oturup izlediğimiz sürece, salonlar kapanmaya mahkûm…” diyerek görüş bildiren “abla” hiç de umutsuz değildir; Gençliğinde gittiği, Zincirlikuyu, Ortaköy, Kadıköy'ün ara sokaklarında, ülkelerinde yasaklanmış, dağıtım şirketleri şartlarına uyamayıp kenarda kalmış filmleri gösteren, küçük, soğuk, rutubetli Kültür Merkezleri'nden bilir ki, kendisini sinema aracılığıyla ifade etmeye kararlı insanlar her zaman olacak, filmler çekilecek, -İstiklâl Caddesi’ne paralel sokaklardan birinde, Kasımpaşa’ya inen merdivenlerin başındaki pasajda olduğu gibi- minicik, salaş bir mekânda da olsa, o filmler bir yolunu bulup izleyicisiyle buluşacak…

İKSV'na büyük teşekkür duyarak, emekli tarifesi hafta içi 3.5 liradan -Akbank Galaları'ndan 3, Uluslararası Yarışma'dan 3, Sinemada İnsan Hakları Yarışması'ndan 1, Türk Sineması Ulusal Yarışma'dan 2, Yarışma Dışı 2, Dünya Festivallerinden 9, Yıllara Meydan Okuyanlar'dan 1, Genç Ustalar'dan 5, Antidepresan 6, Mayınlı Bölgeden 4, Canlandırma Sineması Estonya'dan 2, 30 yılın en iyi ilk filmleri'nden 1, İstanbul: İçeriden ve Dışarıdan bölümünden 4, Büyüleyici İsyancılar'dan 2, Elia Suleiman'dan 1 ile Açılış filmi ve Yeni Türk Sineması bölümünden 1 olmak üzere- toplam 48 film izleyen, Antidepresan bölümü filmlerini öncelediği için, kızkardeşine yöneltilen "ablan depresyonda mı?" sorusuyla karşılaşan "abla", ilk on film için eleme yapmakta zorlanır; birini, diğeri önüne/ardına koyma konusundaki kararsızlığı yüzünden şöyle bir liste oluşturur:

Kosmos, Elveda, Koca Dünyada Kurtuluş Pusuda, Troçki, Bay Hiçkimse, Özgürlük, Şeref Madalyası, Patenci Kızlar, Öksüz, Akıntıya Karşı.


10 dakika süren reklamların galibi; 48 değil, 148 kez izlese bıkmayacağı,
-öyküsü Mısır'da biten Eleanor ile, Tibet'te biten çevre ve hayvan hakları koruyucusu genç kız versiyonuyla izlediği, bir de görmeyip çok merak ettiği salgınlı, karantinalı olanı-, aynı çekimi değişik metinle sunma yaratıcılığı ve becerisiyle "abla"nın hayranlığını kazanan Akbank filmi!

18 Nisan 2010 Pazar

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali son günü "abla" üç film görür: Bal, Savaş Sırasında Yaşam, Bay Hiçkimse

Türkiye- Almanya, 2009 yapımı Bal: Yönetmen Semih Kaplanoğlu, oyuncular Bora Altaş, Erdal Beşikçioğlu, Tülin Özen... Süt'te, özellikle sonda, madenci ışığına çakılı uzun durağan sahnelere bakarak, Yusuf üçlemesinin son bölümünde izleyicinin, 45 dakika süreyle Yusuf'un vesikalık fotoğrafına bakması ihtimalinin altını çizen "abla"yı utandırır tempoyla Bal, Yusuf'un babasının ölümüyle biten ilk okul yılını anlatır. Karadeniz'e, yaylalarına, insanına aşina ve âşık "abla", filmin aldığı ödüllerin bir kısmının yörenin muhteşem doğasına gittiğini düşünürken haklıdır. Bir şeyin eksikliğini fazlasıyla hisseder; birbirleriyle, kendine özgü müziği olan yerel dille konuşmak yerine, insanların konuştuğu tertemiz İstanbul Türkçesi, "abla"ya "anlaşılmaz da olsa yerel dille konuşulsaydı, bu film kimbilir ne muhteşem olurdu!" dedirtir.

ABD, 2009 yapımı
Savaş Sırasında Yaşam: Yönetmen, "abla"nın yıllar önce yine festivalde izleyip bayıldığı Mutluluk'un yönetmeni Todd Solondz, oyuncular Shirley Hendersen, Ciaran Hinds, Allison Janney... Akbank Galaları bölümünden: Ailenin, her biri ayrı bunalım yaşayan kadınlarını, cinsel takıntılarını "ti"ye alan Solondz, görünen o ki, aklındaki -özellikle ve öncelikle- pedofili konusuna yanıt bulamamış: Mutluluk(1998)'ta, akranı oğlanlara ilgisini farkedip, sevgisi elde etme uğruna, babasına kendisini "öneren" oğul -artık- üniversiteye gitmekte, bonobo maymunları arasındaki ensest ilişkiler üzerine tez hazırlamaktadır. Terapi de gördüğü hapisten çıktığında, kendisini, üniversitedeki odasında ziyarete gelip özür dileyen babasına tezini, "baba oğulla, kızıyla, ana oğluyla... huzur içindeler..." diye anlatır. Filmin sonunda -bu kez- küçük oğlan, öldüğü söylenen babası hakkındaki gerçeği bilerek, -adamın siyah takım elbisesiyle karşı kaldırımdan sessizce süzüldüğü sahnede, beride- "ben" der, "babamı istiyorum!"

Tarihin bir döneminde soyu/soyluluğu korumak amacıyla kızkardeşleriyle evlenen krallar geleneğinden haberli "abla",
-çekinik olup, aile içi ilişkide tekrarlanarak baskın hâle gelen arızalı genin sakatlıklara neden olması dışında- ensestin, nasıl olup da gelenekten tabuya dönüştüğünü merak eder.

Fransa-Almanya-Kanada-Belçika, 2009 yapımı
Bay Hiçkimse: Yönetmen Jaco Van Dormael, oyuncular Jared Leto, Sarah Polley, Diane Kruger... Akbank Galaları bölümünden: 2092 yılında, Dünyada kalmış son ölümlü, 117 yaşındaki Bay Némo Hiçkimse, hakkında birşey bilmeyen doktorun hipnotize etmesiyle, parça parça hatırlar. Ayrılmak üzere olan anne babası, peronda, aralarındaki Nemo'ya, küçük bir çocuk için çok ağır bir soru sorarlar; "annesiyle gitmek mi ister, babasıyla kalmak mı?" Tren hareket eder, Nemo koşar, bir parçası trene yetişir, annesiyle gider, diğer parçası babasıyla kalır, ağır, depresif bir yaşam sürer. Komşu kızlardan, akranı üçü, çeşitli biçimlerde Nemo'nun yaşamlarına girer, eşi olur. Bu uzun yaşamlarda birkaç ölüm biçimi deneyimlenir; Nemo'nun ana babası arasında parçalanması sınırsız sayıda olasılığa yol açmıştır.

"Telomerizasyon"dan önce
nasıl yaşadıklarını bilmek isteyen gazetecinin, müzeden yürüttüğü makaralı teybine, "sigara içtik, et yedik, âşık olduk..." diye anlatan Nemo, Anna'nın yaptığı hesaplamalarla varıp bildirdiği tarihe, saate dek yaşamayı başarır ve -Big Bang ile varolmuş düzen tersine dönüp Big Crush başlangıcında- yüreğinde taşıdığı aşkla sonsuzluğa yürür.

Mars'a giden turist grubunun, gördüğü yığınla bisiklet için
"işçilik burada Çin'den daha ucuz!" yaklaşımı, Elise'in saçlarını kestiği aşkını tanımayıp yıllar önceki fotoğrafına bakıp ağlayışı, güzel bilimkurgusal mekânlar, Mars... "Abla"nın çok beğendiği, bir yanıyla komik film, "vizyona girer girmez, ilk fırsatta bir daha izlenesi filmler" grubundadır.

17 Nisan 2010 Cumartesi

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali 15. günü "abla" üç film görür: Kars Öyküleri, Yepyeni Bir Hayat, Geride Kalan

Türkiye, 2010 yapımı Kars Öyküleri: Yönetmenler Özcan Alper, Zehra Derya Koç, Ülkü Oktay, Ahu Öztürk, Emre Akay, oyuncular Berna Adıgüzel, Rıza Akın, Ayda Aksel, Erol Babaoğlu... Yarışma dışı bölümden, katalogda, "Ankara Sinema Derneği'nin 2007'de Gezici Festival kapsamında düzenlediği Kısa Film Senaryo Yarışması'nın teması, "Kars" olarak belirlenmişti. Kazanan beş senaryo beş ayrı kısa film olarak çekildi ve Kars Öyküleri adlı uzun metrajlı film ortaya çıktı. Kars ve çevresinde yapılan çekimlerde birçok oyuncu gönüllü olarak rol alıp bu projeyi destekledi. Kars Öyküleri 2010 Rotterdam Film Festivali'nin Parlak Gelecek bölümüne seçildi ve dünya prömiyeri burada gerçekleştirildi." cümleleriyle tanıtılan filmi izlemek üzere Beyoğlu Sineması'na inen "abla", bir kısmını filme emeği geçenlerin oluşturduğu kalabalıkla karşılaşır.

Gösterim sonrası,
"abla"nın büyük hayranlık duyduğu Sonbahar'ın yönetmeni Özcan Alper(Moto Guzzi) dışında, Zehra Derya Koç (Kül), Ülkü Oktay (Zilo), Ahu Öztürk (Açık Yara), Emre Akay (Küçük Bir Hakikat), izleyicilerin sorularını yanıtlarlar: "Size ne esin verdi?" sorusu, "Kars'ın uzaklığı... babamla olan mesafem... Adana'da geçen bir öyküydü, Kars'a uyarladım" yanıtları alır. Kars'ın ayağa kalkmak için bu desteğe ihtiyacı olduğunu söyleyen hanıma yanıt, İnat Hikâyeleri oyuncusu Tuncel Kurtiz'den gelir: "Eski Kars belediye başkanı Naif Alibeyoğlu, 3 yıl festival yapmıştı, yeni başkana bir telgraf çekelim, lütfen değil, bu filmlerin galasını, yap! diyelim". "Yöresel ağız hiç kullanılmadı, neden?" sorusu "bu soru Reha Erdem'e sorulmuyor...", Emre Akay'dan "benimki İstanbul özentisi bir ailenin karikatürüydü zaten... " Ahu Öztürk'den, "ben, bizim köyün ağzını kullanmaya çalıştım" yanıtı alır. Gezici Film için, önerenlere, Artvin'i görüp çok etkilenmiş olan "abla"nın içtenlikle katıldığı sohbet, yapımcı Ahmet Boyacıoğlu'nun, "çok yardım ve destek aldık, sıfır bütçe ile çalışıldı" sözleriyle sonlanır.

Güney Kore-Fransa, 2009 yapımı
Yepyeni Bir Hayat: Yönetmen Ounie Lecomte, oyuncular Kim Sae-ron, Park do-yeon, Ko A-sung... Genç Ustalar bölümünden, laser altyazılı vizyon sırası bekleyen film, babaanne, üvey anne, yeni doğan bebek ortamında kendisine yer kalmadığından, sevgili babası tarafından evlât verilmek üzere yetimhaneye bırakılan 9 yaşındaki kızın öyküsünü anlatır: Uzun zaman babasını bekleyen, alışmaya direnen zekî kız zamanla bir arkadaş edinir ama, onun da yeni bir aile bulması çok sürmez. Fransız bir aile tarafından alınıp Paris'te büyüyen yönetmenin yaşamından izler taşıyan çok güzel filmin bitiminde, babasının kızı terketmesinin ne kötü olduğunu söyleyen arkadaşına "abla"nın yanıtı, "hepimizin hayatında buna benzer hikâyeler yok mu? Küçük kız kadar babası da ölünceye dek bu durumla yaşayacak/uğraşacak..." olur.

Çıkışta kızkardeşinin de eklenmesiyle, sıcak demleme çay içmek üzere Beyoğlu Sineması Cafe'sine inen
üşümüş üçlü, sıkı bir sinema sohbeti tutturmuşken ara verir, kendini yazar ilân edeli, birmilyonkalem'den aldığı İLK ÖDÜLÜ duyuran "abla"yı kutlarlar; "şampanya"dan sözederlerse de, ego'su Sebastian'ı azdırmak istemeyen "abla", evyapımı cevizli kekle, demleme çayın yeterli olduğu fikrindedir.

İngiltere- İtalya-Belçika-Fransa, 2009 yapımı Geride Kalan: Yönetmen Elia Suleiman, oyuncular Elia Suleiman, Saleh Bakri, Samar Qudha Tanus... Şair, Vakanüvis ve İsyancı: Elia Suleiman bölümünden: Direniş savaşcısı babasının günlükleri, annesinin sürgündeki aile üyelerine yazdığı mektuplar aracılığıyla, ailesinin, 1948'den annesinin ölümüne dek geçen sürede yaşadıklarını, halen duvarlar arasına tıkılıp "İsrailli Araplar" etiketi altında ülkelerinde azınlık durumunda yaşayan Filistinliler'in öyküsünü, kimi bölümleri çok komik biçimde anlatır. Elia Suleiman'ın babasının, düzenli olarak üzerine benzin döken komşuyu caydırmaya gitmesi, alkolik komşunun -mantığıyla ürettiği müthiş- İsraillileri altetme formüllerini dinlemesi, balığa gittikleri kıyıda sürekli gözlenmeleri, evde yatağın altında serili bulgurun barut sanılması, disco'da danseden gençlere sokağa çıkma yasağını anons eden devriye, bebek arabasıyla sokağı geçen anne dolayısıyla lâstik yakıp devriye taşlayan gençlerin eylemlerine ara vermeleri gibi çok duyarlı, hoş sahneler, izleyiciye, yüzyılın trajedisini yaşayan insanların yaşamlarına içeriden, içten bir bakış sağlar.

Gösterim sonrası izleyicinin sorularını yanıtlayan Elia Suleiman, anılara dayanan filmi dolayısıyla yöneltilen
"hafıza, ihanet ve sadakat konusunda ne düşünüyorsunuz?" sorusunu, "keşke daha basit bir soruyla başlasaydık..." diye karşılar, "tarihi yeniden üretir gibi hissediyorum kendimi, bir yandan da bu, bir anlamda kendimi korumak... doğruyu söylemek gerekirse, yaşadıklarımla müzikle yorumluyorum... izleyici yalnızlığı içinde bir keyif alırsa bu bir demokrasi alanı açacaktır." "Elia Suleiman, neden hiç konuşmuyor filmde?" sorusu "bunu başta strateji olarak saptamamıştım, yöneten, hikâye anlatıcıyken, bir de oynayınca daha şeffaf bir rehber rolü benimsedim, ifadem de yok, duygularımı saklamayı seçtim." yanıtı alır. "Filistin'de duvarlar yapılıyor, ağaçlar sökülüyor, insanlar göçe zorlanıyor, bu trajikomik bir şey, Suleiman, Chaplin tarzı espriyle, bakışla mı bakıyor hayata, izleyen filmi yine ailenin geçmişinden mi olacak?" diye soran izleyiciye, "Açıkçası emin değilim. -Yeni proje için- geçmişte bir fikir tarafından, yazmaya itecek kadar dürtülmeyi beklerdim. Birkaç fikrin karışımından oluşacak sanırım, şimdilerde masaya oturup yazmaktan kaçınıyorum, ne zaman olacağını beklemekteyim aslında..." yanıtı verir.

16 Nisan 2010 Cuma

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali 14. Günü "abla" üç film görür: Akıntıya Karşı, Elveda, Hırs

Peru-Kolombiya- Almanya- Fransa, 2009 yapımı Akıntıya Karşı: Yönetmen Javier Fuentes-Leon, oyuncular Cristian Mercado, Manolo Cardona, Tatiana Astengo... Uluslararası Yarışma bölümünden sevgi üzerine, Festivalin en iyilerinden muhteşem film, Peru'da, Okyanus kıyısındaki küçük köyde yaşayan sevilen bir balıkçı, bebek bekledikleri sevgili eşi ve balıkçının gizli aşkı Lima'lı ressam arasında yaşananları anlatır. Karısına ve bekledikleri bebeğe çok bağlı balıkçı, gizlice buluştuğu "ressam gibi olmadığı" iddiasındadır. Birgün birdenbire ortadan kaybolan kayalar arasına sıkışan cesedi bulunup dinî törenle defnedilmediği sürece hayaleti yalnız balıkçıya görünen ressamın evine giren genç bir kızla delikanlı, balıkçının çıplak resimlerini bulurlar. Başlangıçta resimlerle ilgisi olmadığını söyleyen balıkçının karısı, kocasının ressamı halâ sevdiğini anlayınca, yeni doğan bebeğiyle evi terkeder. Dindar köylülerin dışladığı balıkçı, yalnız yaşamını sürdürmeye çalışırken, oğlunun -ağlara takılan- cesedini almaya gelen annesi ile kızkardeşini görmeye gider; onun burada gömülmek istediğini, kendisini bu yüzden terkeden karısına karşın bunu yapacağını söyler.

Sevgisinin, yücelten sorumluluğunu kabul eden balıkçının tek başına omuzladığı sevgilisinin cenazesi ardına, değişmekte olan gelenekleri, yıkılan tabuları, kırılan önyargıyı müjdeleyen
-daha çok gençlerden- küçük bir grup eklenir.

Gösterim sonrası izleyici karşısına çıkan filmin yetenekli oyuncusu Tatiana Astengo, filmin ortak yapım olması konusunda, "Güney Amerika'da film yapmanın ne yazık ki tek yolu bu, böyle de olsa severek yapıyoruz" der. Bir izleyicinin, Okyanusa defnedilen cenazeyi kastederek, "Peru'da cenaze törenleri böyle mi yapılıyor?" sorusuna, "hayır, bu yönetmenin yarattığı birşey..." yanıtı verir. Filme nasıl yaklaşıldığını soran izleyiciye, "film Peru'da Ağustos'ta gösterime girecek," der, "Peru halkı çok dindardır, zor olacak ama çok konuşulacak; ana teması kendimizle barışık olup gurur duymamız; filmin bir aşk ve cömertlik mesajı var." Astengo, kariyeri ile kaygı duyup duymadığını merak eden izleyiciyi, "ben büyük mutlulukla kabul ettim" diye yanıtlar, "Los Angeles'te yaşayan Peru'lu yönetmenin ilk filmi, üzerinde çok uzun süre çalışmış, yaşamıyla da bağlantılı, kendi hayatını ortaya koyduğu için çok cesur olduğunu düşünüyorum..."

Fransa, 2009 yapımı Elveda: Yönetmen Christian Carion, oyuncular Guillaume Canet, Emir Kusturica, Alexandra Maria Lara, Willem Dafoe... Dünya Festivallerinden, izleyicinin laser altyazılı izlediği, vizyon sırası bekleyen film, "hain" ilân edileceğini bile bile, gerekli gördüğü için tarihi değiştirme/yenidenyazma sorumluluğunu alıp Soğuk Savaşı sona erdiren bir adamın, Albay Grigoriev'in hikâyesini anlatır. Fransız bir mühendisle bağlantı kuran, metroda, parklarda buluşup bir dönemi bitirecek çok önemli bilgiler aktaran Grigoriev, şiir, müzik üzerine de konuştukları sohbetlerden birinde "komünizm" der, "büyük rüya!"... "sokaklarınız mutluluk taşıyor" diye dalga geçen mühendise yanıtı "1917'de ülke ortaçağdaydı" olur, "yalnızca 40 yıl içinde uzaya çıktık, bunun anlamını biliyor musun? Şimdi komünizm tıkandı, tıkanıklığı patlatmak gerek!" Bu gerekçeyle, aktardığı belgeler, Ronald Reagan (Amerika Devlet Başkanı) ve François Mitterrand (Fransa Devlet Başkanı) tarafından değerlendirilirken, "Farewell" ülkesinde deşifre olur; Fransız mühendis ailesiyle -ancak- kaçabilecek zaman bulur. SSCB devlet başkanı Gorbaçov'un, 1985'te, perestroyka -yeniden yapılanma-, glasnost -açıklık- dışında seçeneği kalmaz. "Abla"nın, genç bir kadınken yaşayıp kavramakta zorlandığı, Dünyanın yaşadığı bu ânî değişikliğe akla yakın açıklama getiren film, yine festivalin en iyilerinden...

Günün son filmi için Sinepop'a giderken Emek Sineması önünden geçen "abla", gözüne ilişen, duvara üstüste çakılı iki tabelada yazanları not eder:

(allta) Melek Sineması, 1924-1957, Salonundaki iki melek figürüyle İstanbul'un en güzel sinemalarından biriydi.
(üstte)
10 NİSAN 2010, EMEK SİNEMASI, HALA BURADA, YIKMAK İSTİYORLAR, YIKTIRMIYORUZ

İngiltere, 2009 yapımı Hırs: Yönetmen Özgür Uyanık, oyuncular James Powell, Tom Shaw, Lorna Beckett... Mayınlı Bölgeden: Thatcher politikalarıyla sınırlanan video üretimi ve bir oyuncunun ölümü sonucu yarım kalıp depoya atılan Sokakların Adamı adlı filmin tamamlanmasını takıntı haline getiren James, sonunda kendisini sapıkça vahşi eylemlerin kahramanı katille özdeşleştirmekten alıkoyamaz.

Gösterim sonrası,
Ankara doğumlu, 30 yıldır İngiltere'de yaşayan yönetmen Özgür Uyanık'ın izleyiciye anlattıkları: "Fikir 10 yıl önce aklıma geldi, ben de James gibiydim, depoda Karanlık Kan diye bir film bulmuştum... Filmimi sahte belgesel tarzında gerilim diye nitelendiriyorum... Sokakların Adamı diye bir film yok aslında, onu da biz çektik... Ana tema ego, James durmayı bilmedi... Bir sonraki filmim ölümle yaşam arasındaki noktayı anlatan çağdaş bir karafilm olacak... Rec., Clover türünde evet ama, orada kayıt aynen gösterilir, ben bir adım ileri gitmek istedim... Hırs iyi ama etrafınıza bakıp sistemi kavramanız, içine girmeniz gerekiyor... Sokakların Adamı süper film değil, basit, sadistçe ama James'in gözünde potansiyel olması gerekiyordu, senaryoyu bunu düşünerek yazdım... Evet geçmişimde Dorothy'ye benzer bir karakter vardı bana da ".oksurat!" diye seslenen... James'in konuştuğu bir sahnede geride görünen Shining afişini James karakterinin bir parçası olsun diye koydum... Son sahnede vahşetin gösterilmemesi stil açısından bir seçimdir, belgeselde de gösterilmez, Haneke şiddeti kadrajın dışında tutar, sesle izleyicinin hayâlgücü birleşebilsin diye... James'in yaşadığı şeyleri ben de yaşadım ama karakterimiz çok farklı... sonuçta filmini bitirdi, ağır bir maliyeti olsa da..."

15 Nisan 2010 Perşembe

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali 13. Günü "abla" üç film görür: İncir Çekirdeği, Kosmos, Heliopolis

Türkiye, 2009 yapımı İncir Çekirdeği: Yönetmen Selda Çiçek, oyuncular Özgü Namal, Derya Durmaz, Barış Çakmak, Veysel Diker... Yeni Türk Sineması bölümünden Selda Çiçek'in, bir ailenin askerden dönen oğullarının kır eğlentisi sırasında mayına basarak ölmesi, kızkardeşinin kendisini sorumlu tutuğu ölüm üzerine intiharı, diğer kızkardeşin ölenin kocasıyla evlenmesi, kocanın eşini unutamayıp başka bir kadınla yaşaması, annelerinin, gördüğü 7 yıllık psikolojik tedaviye karşın canına kıymasını anlatan ve gerçek öyküye dayanan ilk uzun metraj filmi, Mardin'in muhteşem mekânlarında geçer.

Gösterim sonrası, oyunculardan
Derya Durmaz ve Barış Çakmak'la izleyicilerin sorularını yanıtlayan Selda Çiçek, filme zaman zaman yabancılaştığını söyleyen, teknik anlamda çerçevelerde niye boşluk yarattığını soran izleyiciye katılmadığını söyler, "tam tersini düşünüyorum" der, "boşluk bırakmamaya özen gösterdim." Derya Durmaz ekler; "Hayatımızda bizi acıtan hikâyeler var, Selda bunları kanırtmak istemedi. Boğazda bir yumru olarak kalsın, ağlayıp unutulmasın istedi."
Filmi beğenen hanım izleyici, "kadınlar değil, erkekler de daha iyisini bilmiyorlar," der, "ağlama sızlama olmadan, kadının ne kadar güçlü olduğunu göstermişsiniz, çok güzel anlatmışsınız."

Yapımcıyla yakınlığın zorluk yarattığını, yakınlık yoksa yapımcının kâr amacıyla daha objektif davrandığını söyleyen bir başka izleyici Deli İbo karakterinin filme ne katkısı olduğunu sorar. Selda Çiçek'in, "yapım sorunlu oldu, bunun üzerine yapımcılığı da biz üstlendik, filmin metaforik yapısı içinde İbo mayına basarak ölen gencin yerine kondu." yanıtına Barış Çakmak "bizler tiyatrocuyuz, Selda ile konuşarak yaptık, biz bir sorun görmüyoruz" eklemesi yapar.
Duygu sömürüsü yapmadan duyarlı anlatım için teşekkür eden izleyici, uyumunu gördüğü oyuncuların nasıl hazırlandıklarını bilmek ister; Doğu ve Güneydoğu'da sivil toplum örgütlerinde çalıştığını belirten Derya Durmaz, dinamiklerini kavrayıp oralarda yaşayınca, üzerine bir ay kadar Mardin'de kalıp şive koçuyla çalışınca... der, Barış Çakmak, ekler, "aksandaki müziği kapmak için, Mardin'e gelir gelmez birkaç Mardinli arkadaş edindim, böylece hazırlandım."

Yabancı bir hanım izleyici İngilizce olarak, annenin niye intihar ettiğini sorar, bir de yönetmenin yakın çevresinde intihar yaşanıp yaşanmadığını bilmek ister. Yanıtın, "yabancılar için yabancı olabilir ama, ülkemizde bize bile uzak olan o kadınlar büyük sorunlar içinde yaşıyorlar... Cemile 7 yıl sonra bile çocuğunun acısını atlatamadı, hayatımda böyle bir şey olmadı ama, ben, o yaşta nedensiz yere bir evlât yitirsem, öyle davranabilirdim" olduğu güzel kadın filminde "abla", Cemile'nin kendini asmasından sonra, boynu bükük İbo'nun ardısıra, boş taş sokakta, rüzgârın sürüklediği naylon poşet görüntüsünü çok beğenir.

Bir sonraki seansta Atlas'ta yerini alan "abla" tam önüne gelip oturan Derya Durmaz'la, kısa bir sohbet daha dalmışken, sahneye, filmin iki oyuncusuyla çıkan Reha Erdem,
"biliyorsunuz film yarın gösterime girecek" der, "bu İstanbul'da ilk gösterim, aslında gala gibi birşey oluyor". Türkiye, 2009 yapımı Kosmos: Yönetmen Reha Erdem, oyuncular Sermet Yeşil, Türkü Turan, Hakan Altuntaş... Yarışma dışı bölümden Kosmos, Florent Henry'nin harikulade görüntüleri, yakındaki tatbikatın aralıksız gümbürtüsünü yaran marşandiz homurtusu, kesintisiz kar savuran rüzgârın dinmeyen vınıltısı, Kosmos ile Neptün'ün kendilerine özgü iletişim çığlıklarıyla resmedilip seslendirilen, -"abla"nın gördüğünde bayıldığı- muhteşem Kars'ın yeri ile göğü arasında yaşanan, boyutlararası kahramanı Battal'ın öyküsünü anlatır.

Battal, dehşet içinde kaçar gibi geldiği Kars'ta suya kapılmış küçük oğlanı kurtarır, ona can bağışlar. Oğlanın babası Battal'ı sahiplenir, kahveci iş ve barınak sağlar ama Battal'ın tek derdi,
"abla"nın, "Tanrısallığın demo"su saydığı "aşk"tır, kahvedekiler karı istediğini düşünür, gülüşürler. Battal, yargıdan kaygıdan azade, içtenlikle, sarılmak istediğini söyler, bir kadının ağrıları için yeşil reçeteli ilâç çalar, elindeki sigara yanığını onardığı gibi, astımı şifalandırır, para, -bir enerji biçiminden ibaret olduğunu kanıtlarcasına- elleri arasından akar da akar...

Yabancılardan korkmaları gerektiğini düşünenlerle, sınır kapısı açılsın diye imza toplayanlar, bir tabutla dolaşarak babalarının zehirlendiği gerekçesiyle otopsi isteyen erkek kardeşler,
-kendi suçluluk duygusundan sıyrılamayıp ölen- dilsiz oğlan, gece göğünü çizip düşen bir uydu, eriyip donduğu, yine eridiği rüyasını Battal'a anlatan, sürgün, 20 yıllık öğretmen, insanların, içlerinden gelen sese kulak verenleriyle ver(e)meyenleri arasındaki ayrımın mihenk taşı, bir üst titreşim/bilinç düzeyinden emanet Battal, filmin sonunda, başındaki gibi karlara bata çıka dehşet içinde kaçar/yeni hedefine koşar. Film, kuyruğunu yutan ejder başlı yılan ouroboros gibi, döngünün mükemmel biçimde tamamlanışıyla sona erer.

Gösterim sonunda, izleyicilerden birinin
"Bu film anlatılamaz, müthişti, bu deneyim için teşekkürler" der ve filmi Kars'ı görerek mi yaptığını, bir de Battal'ın dilsiz oğlanın iki parmağını tuttuğu görüntüyü kastederek, Sixtin Şapel'i tavan freskine gönderme olup olmadığını öğrenmek ister. Yönetmenin yanıtı "Kars'ı gördükten sonra yaptım, Sixtin Şapel'i bilinçli değildi" olur.
"Filmde müthiş ses kurgusu var, Reha Erdem tarzı görülüyor... Kaç Para Kaç'ı özlüyorum, kutluyorum ama orta karar bir film diye düşünüyorum" diyen izleyiciden sonra mikrofunu alan bir hanım izleyici "Adam yürür, yürür, çocuk yürür, yürür, Fellini Reha sıkılır..." der, "TV'de, hazırladığınız filmi izledim, merak ettim ve geldim, çok sıkıldım. Bizim yönetmenlerimiz hızlı sahneleri 2015'te mi çekecekler?"
Yönetmen "ben sizin zamanınıza uyum sağlamak peşinde değilim" der, alkışlar arasında devam eder "bu sıkıntı, biz yönetmenlerin giderebileceği bir şey değil". Alkışları kasteden hanım sorar "bu insanlar için mi yapıyorsunuz filmlerinizi?.."
Konuşmalar karşılıklı atışmalara dönüşür, arkadan gelen "biz istiyoruz bu filmleri!" sesleri arasında gerilen sohbet, yaklaşan seans gerekçesiyle, sona erdirilir.

Mısır, 2009 yapımı
Heliopolis: Yönetmen Ahmad Abdalla, oyuncular Khaled Abol Naga, Hanan Metaweh, Hany Adel... Büyüleyici İsyancılar: Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dan Bağımsız Sinemalar Seçkisi bölümünden, -Grekçe Güneş Şehri anlamında, Mısır'ın en eski dönemlerinde 13 kez başkent olmuş- Heliopolis, 1956'dan önce özellikle Yunanlıların oturduğu, kovulma/terklerinden sonra, hızla değişmekte olan güzel zengin mahallenin mekânı olduğu, değişik dinlerden birkaç kişinin, akşamında "heba oldu koca gün" diyerek yeni bir güne hazırlanışlarına dek yaşadıklarını anlatır. Nişanlı çiftin erkeğinin dile getirdiği "ilk tanıştığımızda seninle buluşmaya gelmem iki saati bulurdu, o zamanlar saatlerin hiç mi hükmü yoktu?" sözleri "abla" için, güzel, sade filmin en anlamlı cümlesidir.

14 Nisan 2010 Çarşamba

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali 12. günü "abla" üç film görür: Balığa Çıkmak İçin Kötü Bir Gün, Lezbiyen Vampirler, Koca Dünyada Kurtuluş Pus

Adının, Sinema Günleri olduğu, başlangıcından bu yana izleyicisi olduğu Festivalin, 12. gününde gördüğü iki güzel filmle, "abla"nın, hele tek filmle Dünyayı değiştirme hayâli taşıyan bir genç yönetmenin ilk işiyse- uzun ve iddialı isim taşıyan filmlerin hayâlkırıklığı yarattığına ilişkin önyargısı kırılır.

Sinepop, tek numaralar tarafında "abla"yı karşılayan bey,
"bu film iş yapmaz" der, "salon boş, seni nereye oturtayım?" İspanya-Uruguay, 2009 yapımı Balığa Çıkmak İçin Kötü Bir Gün: Yönetmen Alvaro Brechner, oyuncular Gary Piquer, Jouka Ahola, Antonelle Costa... Genç Ustalar bölümünden, Uruguaylı yazar Juan Carlos Onetti'nin kısa hikâyesinden uyarlama güzel film, eski güreş Dünya şampiyonu Jacop van Oppen ile kökleri Bizans'a dayanan ailenin üyelerinden menajeri Prens Orsini'nin, ortaya, rakibinin şampiyona 3 dakika dayanması karşılığında 1000 USD koyarak yaptıkları Güney Amerika turnesini anlatır. Prensin, iki üç yeşil banknot arasına bir tomar kaba kağıt koyarak ürettiği göstermelik 1000 USD, uğradıkları son kasabada, zekâsı durgun kasları gelişkin sevgilisiyle evlenmek için paraya ihtiyacı olan gebe genç kadının iştahını kabartır. Orsini, yerel gazeteyi de işin içine soktuğu dâhice halkla ilişkiler ve küçük ayak oyunlarıyla son dakikaya kadar güreşi, ya da rakibi iptal etmeye çalışırsa da, Jacop güreşmekten başka bir şey bilmez, vazgeçmez. Gece ışıklarıyla morumsu neon rengi film, iyi ve güzel anlatılmış.

Batı Almanya-İspanya, 1971 yapımı
Lezbiyen Vampirler: Yönetmen Jess Franco, oyuncular Soledad Miranda, Ewa Strömberg, Andres Monales... İstanbul:İçeriden ve Dışarıdan bölümünden, Avrupa'da, yüksek bir duvarla ayrılmış Batı ve Doğu Almanya isimli farklı siyâsi bölümlerin olduğu yıllardan, filmin yapımından en az 10 yıl sonra doğmuş gençleri kahkahaya boğan erotik-lezbiyen-vampir-korku filmi, akranları olmayan "abla"yı da çok eğlendirir. Bir boy aynası ve koca bir şamdan eşliğinde sahnede soyunan lezbiyen çiftten, Kont Dracula'nın varisi Kontes Corody ile "aralarına almaya niyetlendiği" sarışın güzel avukatın rüyalar, hayâllerle süren kısa hikâyesi, Corody'nin terkettiği, isterik çığlıklarla kıvranan eski sarışını, eski sarışını elinde tutup vampirlerin Dünyasına geçebilmeyi uman doktor, Corody'nin hipnotize katili, sarışın avukatın sevgilisi incecik bıyıklarıyla pek yakışıklı Ömer, sapkın hademe Mehmet (bizzat Jess Franco); İstanbul'da Uskulan isimli bir tepedeki şato yavrusu, Büyükada'dan tekneyle geçilen modern biçimde döşenmiş tekinsiz bir dizi boş villadan oluşan küçük başka bir ada, cayırtılarla sert müzik, film boyu çekim ve mantık hataları, bol bol kadın cinselliği, filmin küçük aksesuarları bir kelebek, bir akrep... İspanya'dan Hayat Boyu Başarı Ödülü almış 80'li yaşlardaki kült yönetmenden muhteşem bir film!

Bulgaristan-Almanya-Slovenya-
Macaristan, 2008 yapımı Koca Dünyada Kurtuluş Pusuda: Yönetmen Stephan Komandarev, oyuncular Miki Manojlovic, Carlo Ljubek, Hristo Mutafchiev... Dünya Festivallerinden çok güzel bir film: Bulgaristan'da doğan, ana-baba, büyükanne ve Tavlanın Kralı dedesi arasında sevgiyle büyürken, dedenin kahvede tavla oynadıkları sırada, komünist rejim aleyhine ettiği üç beş lâf üzerine, geçmişindeki pürüzler yüzünden işsiz kalmakla tehdit edilen damadı, karısını ve oğlunu alır, İtalya'ya iltica eder. Aylarca, sadece spagetti yedikleri, mülteci başına aldığı 10 USD'dan vazgeçmeye niyeti olmayan kamp yönetiminin, "sınırdışı kararı"yla tehdit ederek işlemlerde ayak sürüdüğü kamptan, tavla sayesinde kazandığı parayla Almanya'ya geçerlerse de baba, 15 yıl süreyle ortadan kaybolur, oğlanı annesi bir başına büyütmek zorunda kalır. Nihayet üçü bir araya gelir; yıllar sonra değişen rejimin esnettiği ülkelerine giderken geçirdikleri kazada ana baba ölür, delikanlı hafızasını yitirir. Film, dede ile torunun tümüyle gerçek mekânlarda, doğada konakladıkları, arada İtalya'daki artık kapatılmış kampa uğrayıp, Almanya'dan -Alpler'i aşarak- Bulgaristan'a, çift kişilik bisikletle yaptıkları, delikanlının hafızasını kazandığı uzun yolculuğu anlatır. Bulgar asıllı Alman yazar İlija Trojanov'un özyaşam öyküsü, "abla"ya, ortanca kızkardeşinin asistanlarından Adnan'ın, Bulgaristan'dan, -küçücük bir oğlanken iki ay barındıkları kilisede dibinde yattıkları İsa heykelini unutamadığı- İsveç'e, Almanya'ya, oradan Türkiye'ye uzanan, yıllara yayılan yolculuğunu hatırlatır.

Gösterim öncesi
SİYAD'çılarla yaptığı tavla turnuvasını kaybeden, herbiri Stephan isimli yönetmen, yapımcı ve bestecisi izleyici karşısına çıkar, "filmimizi seçtiğiniz için teşekkür ederiz" derler; "Tavla başkenti" İstanbul'a, Stephan, Stephan, Stephan üçü de birçok kez gelip beğendiklerini, (Balat'taki Demir Kilise adıyla da bilinen) Bulgar Kilisesi'nin bir adının Aziz Stephan olduğunu söylerler.

Alkışlarla sona eren, başrolünde "tavla"nın olduğu çok güzel filmin gösterimi sonunda Stefan üçlüsü, aralarında çok sayıda Bulgaristan göçmeninin de bulunduğu izleyicilerin sorularını yanıtlarlar: "Çocukların bile anlayacağı biçimde, komünizmde kullanılan dile dikkat çekmek istedik... bizim için otantik olması önemliydi, çok araştırma yaptık... Bulgaristan'da bir dönem, geçmişten sözetmekten hoşlanılmazdı, propaganda olarak görürlürdü, ama bizce bu yüzleşme çok önemliydi... Filmin sonundaki klarnetçi İbrahim Papazov isimli bir arkadaşımız, bu da Türkiye ile ortak noktalarımızdan biri, Baba Zula'dan Murat'la konuştuk, ileride belki onu bir filmimizde göreceksiniz... Kitabı 2000'de bulduk, sinema diline çevirmek 8 yıl aldı, kitabının ruhunun filme aktarırken kaybolmaması için çok çabaladık... yazarın kitabı hayatıydı, tepkisinden kaygılı ve gergindim, filmin sonunda arkamı döndüm, gözyaşlarıyla kaplı yüzünü görmek inanılmazdı... Filmin bütçesi Bulgaristan için çok büyüktü, ancak %25'ini karşılayabildi, gerisi Almanya, Slovenya, Sırbistan'dan geldi... Filmdeki, -dedenin 6, 6 zarlarına karşı torunun teki kırılan iki zarla 6, 6, 1 attığı sahne- bilgisayarla üretilen tek sahneydi... Hikâyeyi kalbimle seçtim, bir diğer neden, benim kuşağımın gitmek/kalmak sorunu üzerineydi, aynı zamanda önce, sonra ve geçiş sürecini en iyi anlatan filmlerden olduğunu düşünüyorum, tavla oyunu da dahil..."

13 Nisan 2010 Salı

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali 11. Günü "abla" üç film görür: Özgürlük, Çağrı, Köpek Dişi

İstiklâl Caddesi başında Fransız Konsolosluğu'nu geçen geçmez, Belediye Zabıtası yazılı iki Ginger üzerinde, yüzlerinde çok ciddi ifadelerle turlar atan iki genç zabıta görevlisi manzarası, diğerleri gibi "abla"nın da pek hoşuna gider.

Festivalin başlarında,
-Atlas ve Yeni Rüya'da bazı seanslarda, reklamların bitiminde birdenbire başlayan, örgütsüz olduğu için çatlayıp azalarak batan- "abla"nın anlamadığı toplu alkış meselesine, Atlas Sineması'nda 11:00 seansında perde önünde bekçi düdüğüyle kalabalığı susturan genç, açıklık getirir: "Biliyorsunuz Emek Sineması yıkılmak isteniyor," der, "Mimarlar Odası, sanatçı ve yazarların desteğiyle Pazar günü saat beşte, Taksim'de toplanıp Emek'e kadar yürüyeceğiz, bir de insan zinciri yapılacak, sinemaseverler olarak bu eylemleri desteklemenizi bekliyoruz... şimdi yıkmak isteyenleri yuhalıyor, alkışlıyoruz".

Fransa, 2009 yapımı
Özgürlük: Yönetmen Tony Gatlif, oyuncular Marc Lavoine, Marie-Josee Croze, James Thierree... Sinemada İnsan Hakları Yarışması bölümünden, "abla"nın bayıldığı, anne tarafından Çingene Tony Gatlif'in son filmi, 1943'te Fransa'da, 15 kişilik bir Çingene ailesinin Belçika'da bir kampa, ardından Auschwitz'e gönderilip, -(Avrupa'da toplam) 250 bin-500 bin Çingeneyle birlikte- katledilmelerinden önceki gerçek olayları anlatır. Ne yapacaklarını bilmez biçimde, kök, meyve yiyip ormanda gizlenerek ilerlerken peşlerine takılan ana-babasız bir çocuğun katılımıyla, her zaman bağbozumunda çalıştıkları köye gelip bildikleri biçimde sepet satıp, bohçacılık, tencere tamiri ve müzik yaparak para kazanmaya çalışan Çingenelerin, havanın değiştiğini sezmeleri uzun sürmez. Hükümet, "savaş sonuna dek bir yerde konaklamalarını" şart koşar, bu naif ve doğuştan özgür insanlar kendilerini güvende hissetmez, hareketlenirler; ilk konakladıkları yerde kimliklerinin damgası eksik gerekçesiyle toparlanır bir toplama noktasına tıkılırlar. Bağ sahibinin veteriner yeğeni, büyükbabasından kalan evi ve araziyi 10 Frank'a Çingenelere "satar"ak onları kamptan kurtarırsa da, komşuların düşmanlığı yüzünden ve "ancak nereye gittiklerinin kimsenin bilmediği yolda kendilerini özgür" hissedeceklerinden yine yola koyulurlar; Almanların eline düşene dek...

"Abla", Dünyanın en eski yerli halkları Kızılderililer, Aborijinler, Pasifik Ada Halkları gibi, toprak ananın kucağında büyüyüp göğü yorgan edip uyuyan, hayvanlarıyla, bitkilerle kardeş gibi yaşayan, giderken
"ardakalanlara şans dileyen" Çingeneleri, kendine özgü kültürlerini, filmlerinin bazılarının muhteşem müziklerini de besteleyen içeriden birinin gözünden izlemeye bayılır.

İngiltere, 2009 yapımı Çağrı: Yönetmen Jan Dunn, oyuncular Brenda Blethyn, Emily Beecham, Susannah York... Antidepresan bölümünden olmasına karşın dram havasında gelişen film, çocukken beyin ameliyatı geçirmek ve Azizlerin hayatları konusunda kendisini uzman sayan bakıcısının hikâyeleriyle büyümek zorunda kalan genç bir kızın, Tanrı'nın çağrısına uyarak yüksek öğrenimini yarıda bırakıp manastıra kapanma kararı alması, erkek arkadaşının intiharı, annesinin ölümü, bir bebek doğurmasına karşın yolundan ayrılmamasını anlatır. Herbiri bir travmayla manastıra sığınmış bir avuç rahibe, insan olarak ellerinden geleni yaparlar, görünüşe göre kimse diğerinden masum değildir.

"Tanrı tarafından seçilmiş biri olma"
nın arandığı, sınandığı din/düşünce biçimiyle film, bu yanıyla "abla"ya teğet geçer: O, -eski- Sufiler, -yeni- Yeni Çağcılar gibi "Tanrı'nın eşsiz güzellikte ve özgün bir parçası" olduğuna inanır; böylece seçme-seçilme gibi, çevresinde suçluluk, yetersizlik, değersizlik yaratan duygulardan arınarak, tek hedefi kaynağa dönmek olan yolda, sabırla, sükûnetle yürümeyi seçer.

Yunanistan, 2009 yapımı
Köpek Dişi: Yönetmen Yorgos Lanthimos, oyuncular Christos Stergioglou, Michele Valley, Aggeliki Papoulia... Katalog tanıtımının, beğendiği Lars von Trier ve Michael Haneke adlarını referans vererek "abla"yı "kafaladığı" hazmı zor film, Mayınlı Bölge bölümünden. Ebeveyninin hayatın kötülüklerinden korumak üzere, havuzlu, geniş bahçeli evlerinde tuttuğu, okul ne kelime, TV, telefon bile görmemiş üç genç çocuk, yukarıdan geçen uçakların "düşmesini" diler, bahçeye düştüğünü düşündükleri plastik küçük uçaklarla oynarlar; yasak kelimeler, çocuklara yeni anlamlarla öğretilir, "gezinti" sağlam yer döşemesi, "zombi" küçük sarı çiçek demektir.

Gençlerin, korkularını körükleyen yapay güvenli evde şiddet, tuhaf biçimde gelişirken, delikanlının seks ihtiyacını gidermek üzere, babanın eve getirdiği genç kız, bir süre sonra oğlanın kızkardeşlerini kendi ihtiyaçlarına yönlendirir. Bir takas sırasında el değiştiren, biri Rocky filmi iki DVD, evden "ancak, köpek dişlerinden biri düştüğünde dışarı çıkabilecek olgunluğa ulaşacağı..." yalanıyla büyüyen kızlardan birinin, dişini dambılla kırıp, babasının arabasını bagajına saklanmasına neden olur.

Temel fikriyle "abla"ya, Night Shyamalan filmi Köy'ü hatırlatan, hakkında birşey bilmeden izlemenin azim gerektirdiği zahmetli filmin gösterildiği Yeni Rüya Salonu, gösterim sırasında epeyce izleyicinin çıkışa yönelmesine sahne olur.

12 Nisan 2010 Pazartesi

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali 10. Günü "abla" üç film görür: Rusya'dan Sevgilerle, Amrika, Gainsbourg

İngiltere, 1963 yapımı Rusya'dan Sevgilerle: Yönetmen Terence Young, oyuncular Sean Connery, Daniela Bianchi, Robert Shaw... Filmin başında, bir dansözün kıvrak bedenine yansıyan title'da, önce, kadının göğüslerinde 007, sonra göbeğiyle birlikte seğiren Sean Connery adı okunur. Kataloga göre, Dr. No'dan sonra, serinin ikinci filmi, İngiltere'de en fazla hasılat getireni ve en iyi Bond filmlerinden sayılan Rusya'dan Sevgilerle, 1963'ün İstanbul'unu bu kez renkli yansıtır. İçerde yapılan takas sırasında, turist grubu rehberi Ayasofya Camii'ni köşe bucak anlatır; Kerim Bey'in Kapalıçarşı'daki dükkânından gizli bir geçit Yerebatan Sarnıcı'na iner, Bond'la ikisi, kayıkla, -Halâskargazi Caddesi üzerinde, "abla"nın her zaman önünden geçtiği güzel taş mozaik patikalı bahçesiyle- Sovyet Konsolosluğu altına ulaşır, bir periskopla toplantılara sızarlar. Yeşilköy Havaalanı, Sirkeci Garı, surlar içinde bir çingene obası barınağı... yine İstanbul: İçeriden ve Dışarıdan bölümünden... Sinepop Salonu yarıyarıya boş; "abla" merak eder, "nostalji deyip ağlanan, maille birbirlerine habire eski İstanbul resimleri yollayanlar neredeler acaba?"

ABD-Kanada, 2009 yapımı Amrika: Yönetmen Cherien Dabis, oyuncular Hiam Abbass, Nisreen Faour, Melkar Muallem... Büyüleyici İsyancılar: Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dan Bağımsız Sinemalar Seçkisi bölümünden, ılımlı, sevimli göçmen filmi yönetmenin anılarına dayanmakta. Filistin'de yaşarken, bankadaki işiyle evi arasındaki 15 dakikalık mesafe, duvardan sonra 2 saate çıkan Muna ile oğlu, Amerika'ya göçme hakkı kazanır, 15 yıl önce oraya gidip yerleşmiş kızkardeşinin yanına gider, yerleşirler. Gümrükte pasaport kontrolü sırasında, uluslararası düzeyde tanınmış bir ülkeleri olmadığından, bir de büyükannenin yolluk olarak verdiği bir torba hıyarı yemek zorunda kaldıklarından sıkıntı çekerler; o hayhuy arasında kurabiye kutusu, içine Muna'nın sakladığı 2500 dolarla kayıplara karışır. Amerika'nın Irak'ı işgâli sırasına denk gelen uyum çabaları, doktor eniştenin yavaş yavaş müşterilerini kaybettiği döneme rastlar. Bu arada Muna, iki okul ve uzun iş deneyimine karşın ancak hamburgercide iş bulur. Çocukların okuldaki yeniyetme itişkakışına ise, arabalarının camına yazdıkları gibi "ALKADE" boyutu eklenir. Bereket müdür, Polonyalı bir Yahudidir de, "...biz Müslüman bile değiliz..." diyen Muna'yı destekler, meseleler büyümez.

"Abla", daha önceleri, yaşadıklarını olduğu gibi yansıtarak,
-empati becerisi yüksek kendisine- olağanüstü acı yükleyen filmler yerine, giderek, gülmecenin karışıp trajediyi hafiflettiği filmler yapılmasını; öfkenin, nefretin sürdürülmesinden bir yere ulaşamayacaklarını anlayan tarafların, -yeni bilinç düzeyi etkisiyle genişleyen- hoşgörülü, affeden filmler üretmelerini sevinçle karşılar.

Fransa-ABD, 2010 yapımı
Gainsbourg: Yönetmen, kendi çizgi romanından uyarlayarak Joann Sfar, oyuncular, çok başarılı casting ile Eric Elmosnino, Lucy Gordon, Laetitia Casta... Olağanüstü zekî, çok iyi çizer, iyi müzisyen, aykırı, en çok da tabu kırıcı Gainsburg'un yaşam öyküsü: Sevgi dolu ebeveyn, Alman işgalindeki Paris dışında bir köyde, tehlikeden uzak bir çocukluk, kendisini çok çirkin bulmasına karşın, her zaman, -aralarında Laetitia Casta'nın canlandırdığı muhteşem Brigitte Bardot'nun da bulunduğu- kadınlarla, aşkla çevrili bir yaşam, zenginlik, romantizm... Parıldayan, çok güçlü bir mıknatıs etkisi yaratan karizmasına karşın Gainsburg, kemerli koca burnu ile iki kepçe kulağını sevmeye, benimsemeye yanaşmaz; çocukluğunda, büyüyen yüzünden yarattığı dört kollu koca kafa ile, -gençlik ve sonraki yıllarında- yelken kulaklı kocaman burunlu hayâlarkadaşı yanından hiç ayrılmaz. Bir ara, annesinin "şu kulaklarını düzelttirmedin..." sözleri, kulak ve burun meselesinin kökeni hakkında fikir verir niteliktedir.

"Abla" o dönemi ucundan yakalamış da olsa, Brigitte Bardot'dan esinlenilmiş, erotik çağrışımlı, gününe göre çok cesur
"oh oui je t'aime!.." şarkısını bilir. Film, Jane Birkin'i oynayan, 2009 Mayıs'ında intihar eden genç oyuncu Lucy Gordon'a adanmış.

11 Nisan 2010 Pazar

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali 9. Günü "abla" üç film görür: Nowhere Boy, Canlandırma Sineması Estonya 1, Beş Şehir

İngiltere-Kanada, 2009 yapımı Nowhere Boy: Yönetmen Sam Taylor Wood, oyuncular Aaron Johnson, Kristin Scott Thomas, Anne-Marie Duff... John Lennon'ın delikanlılığı: Anne ve babasından uzak, teyzesi ve eniştesiyle büyürken, ölümünden az önce kendisine bir mızıka armağan eden, babadan yakın eniştesinin ölümü üzerine, mezarlıkta uzaktan gördüğü kızıl saçlı kadının -annesinin- peşine düşmesi, zıt karakterli teyze, anne ile ilişkileri, kendisine banjo çalmayı öğreten yetenekli aykırı bir kadın olan annesinin ölümü, okuldan atılması, sakin tabiatıyla Lennon'u dengeleyen Paul McCartney ile tanışması... "Tanrı beni neden Elvis olarak yaratmadı?" diye sızlanan genç Lennon'a annesinin yanıtı, "sana John Lennon kadrosunu ayırdı çünkü..." olur. Siyasî tavırları da dahil, müzikleriyle yarattıkları muhteşem etkiye bakıldığında, "abla"nın, "Dünya yüzünde, doğru zamanda, doğru yerde, bir araya gelmiş en doğru dört kişi!" değerlendirmesine katılmamak elde değil...

Canlandırma Sineması Estonya 1: Gösterime geçmeden, -Estonya'nın başkenti Tallinn'in 2011 Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş olması dolayısıyla- İstanbul'la, "birlikte ne yapabiliriz?" diyerek bağlantıya geçen, İstallinnbul projesi mimarının, festival görevlisi aracılığıyla anlattıkları: "Geçen yıl işbirliğimiz başladığında festival komitesi, getirdiğimiz örnekler üzerine, bizden, daha çok canlandırma filmi istedi. Bu, film endüstrimizin en güçlü yanlarından biri... İstallinnbul projesi etkinlikleri, tiyatro, müzik ve caz festivallerinde de devam edecek..."

Ardından, eşi Olga Parn ile izleyici karşısına çıkan,
-"Abla"nın, Google'dan ulaşarak yardım aldığı İKSV Film Festivali tanıtımlarına göre- "...Estonya animasyon sinemasının en tanınmış temsilcilerinden, 1970'lerden bu yana çizer ve canlandırmacı olarak etkin çalışan, kara mizah ve gerçeküstücülüğü eserlerinde kullanan ödüllü, Estonyalı canlandırma ustası Priit Pärn..." İstanbul'un fantastik ve kalabalık bir şehir olup canayakın insanlardan oluştuğunu, en canayakınların bu salonda filmi izlemeye gelenler olduğunu, izleyeceğimiz filmlerin ilkinin 6 ay önce bitirdikleri son filmleri, diğerlerinin geriye, başa doğru gideceğini, film sonrası bir soru-cevap için vakti olmadığını, isteyenin Akbank Sanat'taki ücretsiz masterclass'a katılıp bir kaç başka örnek izleyebileceğini, sorularını sorabileceğini... söyler.

Priit Pärn
'ın dört kısa metrajlı filminden "abla" en çok, Victor ile Julia'nın aşkla başlayan evliliğinin nasıl sona erdiğini anlatanını beğenir; sonundaki "1980'de evlenen 1000 çiftten 473'ü boşandı, bunun üzerinde düşünmeliyiz" satırları, filmin sosyal mesaj amacıyla üretilmiş olabileceğini düşündürür.

Türkiye, 2009 yapımı
Beş Şehir: Yönetmen Onur Ünlü, oyuncular -"abla"nın Üç Maymun'da tanıyıp beğendiği- Ahmet Rıfat Şungar, Tansu Biçer, Beste Bereket, Bülent Emin Yarar... Festivalin sonlarında, 16 Nisan'da izleyici karşısına çıkacak Beş Şehir, İstanbul'da sadece üç salonda (Anadolu yakasında bir Avrupa yakasında biri Pera, iki salon olmak üzere) gösterimde... Halep Pasajı girişinde takıcıların tezgâhının dibinde panoya yapıştırılmış minicik bir gazete kesiğini, kızkardeşiyle okuyan "abla"nın, Bal, Rina ve Son İstasyon'un bir süre daha oynayacağı fikriyle biletini alıp girdiği Beyoğlu Sineması Pera Salonu, tamama yakın dolu. Güneşin Oğlu ile -Beş Şehir filmi içinde, iki yerde "tuhaf!" denilerek dalga geçilen Haluk Bilginer'li Polis'in- yönetmeni Onur Ünlü'nün son filmi, İstanbul, Afyon ve Eskişehir'de geçen öyküleri sonunda birbirine bağlanan Aydın, Şevket, Osman, Tevfik Öğretmen, Dilek'in trajedisini anlatır. Gerçekten de filmin sonunda, Shakespeare trajedilerindeki gibi, kahramanlardan kimse hayatta kalmaz.

Bir Demet Tiyatro'nun,
bayıldığı, muhteşem Mücver Abla'sının tanınması olanaksız "kedi" gibisinden fantastik film kişisinin, ne denli gerekli olduğu konusunda kararsız "abla"nın, filmde ağırlıkla kanserin yer tuttuğu anî ölümlere bakarak, yönetmenin, bu konuda büyük kaygı taşıdığını düşünürse de, içinde bulunduğu zamanda yaşanmakta olan neredeyse kitlesel kanser ölümlerinin, edindiği Yeni Çağ bilgeliği açısından bir anlamı olduğunu düşünür: "Abla"ya göre, içten içe, yaklaşmakta olan Kuantum sıçrayışı için gerekli frekans düzeyini yakalayamayacağını hisseden günümüz insanı, geçişe uyumlu gelişmiş DNA setiyle yeniden reenkarne olmak üzere, ölme kontratıyla gelmiş olan yeni insanlar.

10 Nisan 2010 Cumartesi

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali 8. Günü "abla" üç film görür: Öksüz, Tek Başına Bir Adam, Canlandırma Sineması Estonya 2

Polis Bayramı kutlamaları nedeniyle Taksim Alanı'na çıkan yollar kapalı olduğundan, arabalarıyla gelenlere şans tanımak amacıyla birkaç dakika geç başlayan Şili-Fransa-Almanya, 2009 yapımı Öksüz: Yönetmen Alejandro Fernandez Almendras, oyuncular Clemira Aguayo, Alejandra Yanez, Cornelio Villagran... Genç Ustalar bölümünden bu alçakgönüllü film, Şili kırsalında oturan; peynir yapıp yol üzerinde satan büyükanne, tarlasını bir direk çakıp, bir uzanıp uyuyarak, ağır aksak da olsa çitle çevirmeye niyetli konuşkan dede, butik otel çalışanı kızları ve onun okula giden oğlundan oluşan küçük ailenin bir gününü anlatır. Genç kadın elektrik parasıyla aldığı elbiseyi iade eder faturayı öder, oğlan playstation oynatmayan sınıf arkadaşını öğretmene ispiyonlar, büyükanne suyla zenginleştirilmiş ve zam görmüş sütten yaptığı peyniri, akşama doğru sabah fiyatının yarısına indirir; gece çökerken üçü beraber, büyükbabayı bir tek atmaya girdiği yolüstü meyhanesinden alır eve giderler. Elektriğin de geldiği yemek sırasında büyükbabanın anlattığını unuttuğu, "size gençliğimden hiç bilmediğiniz bir şey anlatacağım" diyerek başladığı öyküsünü sevgiyle, saygıyla ilk kez gibi dinlerler. Bir adamın ölümü üzerine ölen köpeğinin öyküsü sonunda "ikisinin de ölmesi kötü ama güzel hikâyeydi" der büyükanne; ardından gelen konuşmalar yaklaşan ölüm üzerinedir. Köylü bilgeliğiyle kimse birbirini avutmaz; ölüm, ertesi sabah tavukları yemlemek, yumurtalarını toplamak gibi bir şeydir... Huzur dolu bu küçük, sessiz filmi, "abla" çok sever.

Akbank Galaları bölümünden, -laser altyazısı hazır-
ABD, 2009 yapımı Tek Başına Bir Adam: Yönetmen, moda tasarımcısı Tom Ford, oyuncular Colin Firth, Julianne Moore, Matthew Goode... Christopher Isherwood'un aynı adlı romanından uyarlanmış filmin 60'lı yıllarda geçen öyküsü, uzun beraberlik ardından eşini kaybeden orta yaşlı, eşcinsel İngilizce öğretmeninin, intihara niyetlenip uzun uzun hazırlık yaptığı, acılı son gününü anlatır: Aynı gün içinde komşusu, eskiden kısa ama başarısız bir beraberlik yaşadığı yalnız kadın, yeniden biraraya gelmenin yollarını arar, markete uğradığında çarpıştığı genç adam beraber olma önerisinde bulunur, okuldan genç bir öğrenci öğretmeninin adresini alır, evine gelir; nasıl oluyorsa bu adam, "tek başına bir adam"dır. Yönetmenin eğilimlerinin filmin sonunu nasıl bir etkilediğini kestiremeyen "abla", yazarın, "sadakat" konusunda takıntılı olduğunu düşünür; kahramanı avutmaya yönelik -sonuncusu dışında- hiçbir girişim amacına ulaşmaz. Evine gelen, birlikte yüzüp sarhoş oldukları öğrencisiyle yakınlaşırlarsa da, -yazar önceki aşkı ihanetle lekelemeye kıyamadığından olmalı, Azrail'i yollar- öğretmen, kalp krizi geçirerek ebediyete intikal eder. Öğretmenin, spritüel bilgelik taşıyan "yüksek farkındalık"lı sözleri arasında, "abla"nın, son yıllarda içselleştirerek hayâlkırıklığı acısından, öfkeden, korkudan kurtulmasına yardımcı olduğu "herşey tam olması gerektiği gibi..." cümlesi olmasa, filmden, aklında birşey kalmayacak...

16:00 seansı için gittiği Sinepop salonu
tek numaralar tarafında, kendisini, hal hatır sorarak karşılayan bey, "abla"nın, "sizler nasılsınız?" sorusuna, "sizleri görüyoruz daha iyi oluyoruz, baksanıza Emek'e, Alkazar'a... Bu gidişle Cadde'de sinema kalmayacak!.." yanıtı verir.
Canlandırma Sineması Estonya 2
: İzlediği, bir bölümünü fazla deneysel/kişisel bulduğu çalışmaların üçü -Krokodil, Maraton, Hayatın Tadı- "abla"nın beklentisine uyan biçimde sevimli, eğlenceli... Katalogda, bu bölümün tanıtımı şu şekilde yapılmış: "1930'larda başlayan canlandırma film geleneği 1950'lerde yeniden yükselirken kukla film stüdyoları kuran Estonya, ödüllü özgün yapımlarıyla canlandırma dünyasının saygın ülkelerinden sayılıyor. Estonya canlandırma sinemasından örneklerin bir araya geldiği ikinci programda, son beş yılın en çarpıcı altı kısa canlandırma filmi yer alıyor. Filmlerin tümü çizimle canlandırma tekniğini kullanıyor."

9 Nisan 2010 Cuma

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali 7. Günü "abla" üç film görür: Ölümsüz Kadın, Plato, Gözleri Tamamen Açık

Fransa-İtalya-Türkiye, 1963 yapımı Ölümsüz Kadın: Yönetmen Alain Robbe-Grillet, oyuncular Françoise Brion, Jacques Doniol-Valcroze, Guido Celano, Sezer Sezin... İstanbul: İçeriden ve Dışarıdan bölümünden siyah-beyaz film, Yedikule Zindanları'na dek surlar, Galata Köprüsü, Yerebatan Sarnıcı, Selimiye Camii, yalılar, kayıkhaneler, gemiler, çıplak tepeleriyle, köprüsüz İstanbul Boğazı, mezarlıklar, tümü Arnavut Kaldırımı sokaklar, sokak satıcıları... fonu önünde Beyköy'e gitmek isterken kaybolan yabancı bir adam ve ona yol gösteren güzel gizemli yabancı bir kadın. Romantik bir aşk masalının dekoru olarak tanımladığı İstanbul'u, adama gezdirirken tanımadığını, dillerini anlamadığını söylediği insanlarla sohbetler yapan kadın, ilişkilerinin koyulaştığı dönemde ortadan kaybolur. Hakkında hiç birşey bilmediği gizemli kadını arayan adam, sonunda kadını bulursa da, onun kullandığı arabanın, önüne çıkan köpeği ezmemek için bir ağaca çarpmasıyla kadın ölür. Belirsizliklerle dolu atmosfere eklenen hüzün, adamın, kadının tamirden çıkan arabasıyla, aynı biçimde kaza sonucu ölümüyle sonuçlanır. Günün şarkılarına ek, bir de Âşık Veysel türküsüyle süslü, mekânları özgün sesli filmde "abla", izini sürdüğü, yakalamaktan hoşlandığı Türklerin çiçeği Lale, gizeminin başkenti İstanbul... türünden, -giderek yitirilmiş- hayranlık, saygınlık belirten yaklaşımla bir kez daha karşılaşmaktan memnun!

Belçika-Almanya-Hollanda, 2009 yapımı
Plato: Yönetmenler Peter Brosens ve Jessica Woodworth, oyuncular Jasmin Tabatabai, Magaly Solier, Olivier Gourmet... Peru Andları'nda Turubamba köylülerinden bir fiesta alayı, yoksul kiliselerinden dışarı, gün ışığına çıktıklarında, yerde minik gölcüklerde parlayan, altın arayıcısı kamyonlardan düşmüş gümüş sandıkları, kutsal su çanağına konması gecikmeyen civayla karşılaşırlar. Yaşamlarını eskisi gibi sürdürürler; zehirlenmeler sonucu körlük yaygınlaşırken Meryem Ana -heykelinin- koruyucusu genç kızın -evlilik töreninin bir parçası- kutsal buzuldan su almaya giden nişanlısı ölür. Cesedin köye getirildiği gün, yakındaki katarakt kliniği doktorları, artan körlük olayını soruşturmaya gelir, acılı, öfkeli kalabalığın saldırısına uğrarlar. Aralarından bir doktor ölür; Ortadoğu'dayken rehberi, kendi elindeki fotoğraf makinesi yüzünden vurulan fotoğrafçı karısı, kocasının yaşadıklarını anlayabilmek üzere Andlara gelir. Köye ulaşmak üzere bindiği salaş otobüs, dağ köylerinde madene karşı başlamış isyanları bastırma amaçlı askerlerle doludur. Sûr benzeri uzun borular üfleyen maskeliler, bulutların hareketiyle lekelenip aydınlanan kıraç dağlar, ölenlerin resimlerini sürükleyen nehir, neredeyse antik defin törenleriyle yarı fantastik; "abla"nın önceki festivallerden -Madeinusa ve çok beğendiği Acı Süt- tanıdığı başrol oyuncusu Magaly Solier'li film Dünya Festivallerinden bölümünden...

İsrail-Fransa-Almanya, 2009 yapımı
Gözleri Tamamen Açık: Yönetmen Haim Tabakman, oyuncular Zohar Strauss, Ran Danker, Ravit Rozen... Kudüs'te muhafazar, dindar bir topluluk içinde yaşarken, ölen babası ardından dükkana bir yardımcı almak isteyen kasapla eşcinselliği yüzünden okulundan kovulmuş çırağının, aşktan çok şehvet ilişkisi. İkili, tutucu mahallelinin, ahlâk koruyucusu gençlerin, dengeleyici tavrıyla hahamın değişik dozda uyarılarına maruz kalır. Boykot edilme, dört çocuklu ailesinin mahalleden sürülmesi tehditleri üzerine kasap, bu durumu böylece sürdüremeyeceklerini anlayan çırağıyla yollarını ayırır. Film "abla"ya, bir kaç yıl önce !f İstanbul'da izlediği, eşcinsel Musevî gencin yardım istediği hahamın, "konumum gereği seni onaylayamam, sabırlı olmanı önerir, senin için dua ederim" dediği belgeseli hatırlatır. "Abla"nın her zaman merakla izlediği Musevîlerin, hem de en tutucu olanlarının, yatak odalarına dek uzanan kamerasıyla ortaya içtenlikli bir iş çıkarmış film, festivalin Genç Ustalar bölümünden...

8 Nisan 2010 Perşembe

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali 6. Günü "abla" üç film görür: Patenci Kızlar, Orman Perisi, Getirin Kellesini

ABD, 2009 yapımı Patenci Kızlar: Yönetmen Drew Barrymore, oyuncular Ellen Page, Marcia Gay Harden, Drew Barrymore... "Abla"nın, çok beğendiği Jason Reitman filmi Juno'dan tanıyıp bayıldığı Ellen Page, bu kez, aktrist Drew Barrymore'un ilk filminde aykırı, patenci genç kız rolünde. Yaşamını zenginleştirecek fırsatlara ulaşabilsin diye, annesi tarafından -bir Amerikan standardı(!)- güzellik yarışmalarına sokulan Bliss, rastlantıyla, gönlünde yatanın paten olduğunu keşfeder. Öğrenciliği yanısıra et lokantasında garsonluk yapmaktayken, yakındaki Austin'e seçmelere gider, kazanır, yaşını gizler, takıma alınır. Ailesinden gizli çalışır; Acımasız Bebekyüz takma adıyla paten kariyeri tırmanırken âşık olur, derken yakın arkadaşı garson kız bir gösteri sonrası tutuklanınca olay aydınlanır. Antidepresan bölümünden çok eğlenceli bir film...

Tayland, 2009 yapımı
Orman Perisi: Yönetmen Pe-ek Ratanaruang, oyuncular Wanida Termthanaporn, Nopachai Jayanama, Chamanun Wanwinwasara... Başrolünde "suçluluk duygusu"nun olduğu ağır tempolu filmin, patronuyla ilişkide genç kadın, durumun farkında ama ne yapacağını bilmeyen âşık kocası, kendi karısını terkeden patronu arasında geçen, -festival tanıtımına bakılırsa, ormanda yaptıkları kamp sırasında adamın, dişi bir orman perisi tarafından kaçırılması- öyküsü, "abla"nın filme girmeden yaptığı, "hem Mayınlı Bölge, hem de Tayland filmi, kaşındık mı ne?" yaklaşımını haklı çıkarır niteliktedir.

İrlanda-İngiltere, 2009 yapımı
Getirin Kellesini: Yönetmen Ian Fitzgibbon, oyuncular Cillian Murphy, Jodie Whittaker, Jim Broadbent, Brendon Gleeson... Son zamanlarda bolca üretilen karakomedi türünün, fazlaca yenilik getirmeyen, oyuncuları hatırına izlenen eğlenceli bir örneği daha: Ödemezse, kendi seçeceği bir iki kemiğinin kırılmasına neden olacak borcunun tahsilâtına saatler kala beş parasız Michael, tek taraflı aşkı komşusu Brenda, odasını bizzat ziyaret eden Azrail'den "uyursa öleceği" haberini almış babası, ikisi birbirine âşık kalabalık gangster tayfası, araba çekmeye meraklı polisler, uyuşturucu satıcıları, vahşi köpek terbiyecileri çevresinde gelişen hızlı, eğlenceli olay örgüsü, okyanus görüntüsü üzerinde binen "insana kendisini önemsiz hissettiren..." sözleriyle başlayan film, yine okyanus görüntüsünde "Azrail'in ziyareti doğruysa, Dünya'da yalnız değiliz demek ki... bu mutluluk verici bir duygu..." sözleriyle biter.

7 Nisan 2010 Çarşamba

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali 5. Günü "abla" üç film görür: Yolda, Aşk Yuvası, Balerin ve Hırsız

Bosna Hersek- Avusturya- Almanya- Hırvatistan, 2010 yapımı Yolda: Yönetmen Jasmila Zbanic, oyuncular Zrinka Cvitesic, Leon Lucev, Ermin Bravo... Hostes ve uçuş kontrol çalışanı âşık çiftin tek eksiği bir bebek gibi görünürken, uçuş kontrolde çalışan adamın fincanında alkol yakalanması, disiplin kurulunca 6 ay işten uzaklaştırılmasına neden olur. Hıristiyan arkadaşlarıyla rafting yaptıkları bir gün, kazayla arabasına çarptıkları Vahabi Müslüman, kızağa alınmış uçuş kontrolörünün, savaş döneminden silah arkadaşı çıkar. Hostes genç kadının evden uzaklaştığı günlerde, oyalanmak üzere Vahabi arkadaşıyla yakınlaşan genç adam, onun önerisi üzerine, çocuklara bilgisayar öğretmek üzere kampa gider. Bir hafta sonu kampa kocasının yanına gidip oradaki yaşama tanık olan genç kadın, eşinin köktendinci etkiyle kendisinden uzaklaşmasını çaresizce izler; nihayet hamile kaldığında, kocasının yolunu izlemeyeceğinin de bilincine varmıştır. Bebeği doğurmak istediğinden emin olmadığını söylediği son görüşme ardından uzaklaşırken, "bana geri dön!" diye seslenen kocasına "sen" der, "bana geri dön!".

Balkanlarda, binlerce cana malolan anlamsız, acı savaş sonrası,
"abla"nın ülkesindekine benzer gelişme gösteren Müslüman hareketi üzerine güzel bir film. Birkaç kişinin, gösterim sırasında salonu terketmesini, insanların bu konudaki yargı ve korkularına bağlayan, kendini amacı kaynağa dönmek olan yolculukta, yolda sayan "abla", bir kaç yıl öncesinde aynı filmi izleyecek olsa, hiç de sert bir anlatımı olmamasına karşın, sonuna dek salonda kalabileceğinden şüphelidir.

Finlandiya, 2009 yapımı
Aşk Yuvası: Yönetmen Mika Kaurismaki, oyuncular Hannu-Pekka Björkman, Elina Knihtila, Antti Reini... Yaklaşık 10 yıllık evliliklerini sonlandırma kararı almış, evlilik terapisti çift, odalarını ayırdıkları günün sabahında, eve yeni arkadaş getirmeyecekleri... maddesini de kapsayan bir dizi kurala imza atarlar. Arkadaşının önayak olduğu moral harekâtı sonucu sarhoşken, eve bir kadınla gelen adam, Mafya patronu annesince terkedilmiş, sevgisiz büyümüş, hırçın karısının başlattığı misillemeyle karşılaşır. Boş durmaz, pezevenk üvey kardeşinden, sevgilisi rolü yapacak -yüklü bir para aşırdığı için saklanacak yere ihtiyacı olan- bir kadın kiralar. Bu arada, adamdan terapi alan kadın polisle, partneri erkek polis, meraklı komşular, akıl veren arkadaşlar...ın yarattığı curcunada giderek karışan işler, ana-kızın ve baba-oğulun karşılaşması, duygusal hesaplaşmalarıyla yerli yerine oturarak son bulur.

İspanya, 2009 yapımı
Balerin ve Hırsız: Yönetmen Fernando Trueba, oyuncular Ricardo Darin, Abel Ayala, Miranda Bodenhöfer... Filmin romandan uyarlama öyküsü, özürlü, güzel, yetenekli, altın kalpli kız -klişesi- ile, sevimli, yakışıklı, hafiften suça bulaşmış ama altın kalpli oğlan -klişesi- çevresinde, sessiz Charlie Chaplin, sesli Yeşilçam sineması filmlerini andırır biçimde gelişir. Hapisaneden genç oğlanla aynı zamanda çıkan, ünlü, deneyimli bir kasa hırsızı, hapse girerken geride bıraktığı karısı ile oğluna güzel bir yaşam sunan varsıl sevgili, likör yüzünden tecavüzcü hapisane müdürünün kendisini öldürmeye geleceğinden korkarak oğlanın peşine taktığı katil, delikanlının yetiştirdiği, Santiago caddelerinde dolaşan Milton isimli at... çorbasında olaylar, o formatta her zaman olduğu gibi, -"abla"nın beklediği biçimde-, kusursuz bir soygunla esaslı bir vurgun yapılıp Pinoche resmi arkasındaki kasadan esaslı kara para kaldırılmış, herşey yoluna girmişken, oğlanın bıçaklanmasıyla sona erer. Dans sahnelerini beğenen "abla", filmi uzun bulan arkadaşıyla sinemadan çıkarken, hemen her festivalde bir ya da iki filmini izlediği baş erkek oyuncuyla ilgili sızlanır: Adam aynı saç-sakal, aynı bakış ve mimiklerle, aynı zaman diliminde, oradan oraya koşarak birçok filmde oynamış gibidir, zaman tünelinin değişmeyen bir objesi gibi...