19 Nisan 2011 Salı

30. İstanbul Film Festivali ardından "abla", alçakgönüllü bir yıldız listesi yapar.

30. yılında, festivalde gördüğü 35 filmi kataloga, fosforlu yeşil kalemle işaretlemekteyken, geçen yıllarda izlediği filmleri de pembe ile çizen "abla" -kısa hafızasına karşın, aralarında Avrupa, Öldürme Üzerine Küçük Bir Film, Edmond, Kanlı Düğün, Mavi Kadife, Narayama Türküsü...- otuz civarı tanıdık, kendisinde iz bırakmış filmi hatırlar.

Ardından, 30. Film Festivali'nde gördüğü filmler arasında en beğendiği
yedi filmi sıralar:

Yağmuru Bile,

Yaşamın Ritmi,

Daha İyi Bir Dünyada,

Flamenko Flamenko,

Ekonomanyak,

Kadını Fendi,

Anneler.

17 Nisan 2011 Pazar

30. İstanbul Film Festivali son gününde "abla" üç film izler: Yağmuru Bile, Morg Görevlisi, Daha İyi Bir Dünyada

17 Nisan 2011 Pazar, festivalin son günü sabahı Fitaş 4'ün fuayesindeki patlamış mısır kokusu yüklü yağlı kalın sisi yarıp kendini salona atan "abla" ile kız kardeşi izledikleri filmin title'ı akarken bir ağızdan "festivalin en iyi filmi!" derler.

İspanya-Fransa-Meksika 2010 yapımı
Yağmuru Bile: Yönetmen Icíar Bollaín, oyuncular Luis Tosar, Gael García Bernal, Juan Carlos Aduviri... Muhteşem senaryosunu Ken Loach'un senaristi Paul Laverty'nin yazdığı, İspanya'nın 2011 Oscar adayı film, Kolomb ve işgalcilerin aç gözlülüğünü anlatan bir film yapmak üzere Bolivya'ya gelen sinemacıların, Kolomb'dan 500 yıl sonra, bu kez altın değil suyun peşindeki egemenle çatışan yerlilerin trajedisine tanık ve ortak oluşlarını anlatır.

Günde 2 dolarla yaşamlarını sürdürmeye çalışan yerel halkın, kendilerinden yılda 450 dolar su vergisi ödemelerini isteyip, yağmur suyunu bile biriktirmelerini yasaklayan Amerikan şirketine direnişinin, işbirlikçi iktidarın taşa karşı mermi kulladığı çatışmalarda ölümlere, sakat kalmalara neden olan, Kolomb'unkiyle içiçe örülmüş harika hikâyesinin, Cochabamba Kasabası Belediye binasında geçen muhteşem sahnesi, filmin, "abla"nın, yıldız listesinin
-tartışmasız- birinci sırasına oturmasını sağlar.

Laser altyazılı film vizyona hazır!


Şili-Meksika-Almanya 2010 yapımı
Morg Görevlisi: Yönetmen Pablo Larraín, oyuncular Alfredo Castro, Antonia Zegers, Jaime Vadell... İki yıl önceki festivalin Altın Lale ödüllü filmi -sevimsiz- Tony Manero'nun baş oyuncusu Alfredo Castro, bu kez Allende iktidarının son günlerinde, başkentteki küçük evinin karşısında oturan dansçıya âşık, yalnız morg görevlisi rolünde. Kalabalık asker grubu önünde Allende'nin cesedine otopsi yaparken, başının teknik olarak hedef tahtası olarak kullanıldığı saptaması yapan doktor ile çalışan Mario, doktorun asistanı ile cesetlerin yığıldığı koridorda halâ hayatta birini kurtarırlarsa da, kurbanın ikinci kez öldürülmesine tanıklık etmeleri gerekir.

Babası ve kardeşi askerler tarafından götürülen, askerlerin vurduğu köpeğini tedavi ettiği dansçıya yardım eden Mario, kadının, saklandığı yerde sevgilisiyle buluşmasına dayanamaz; her ikisini, saklandıkları duvar girintisine,
-çıkmaları engelleyecek biçimde yığdığı eşya ile- gömer.


Danimarka 2010 yapımı, Kapanış Filmi Daha İyi Bir Dünyada: Yönetmen Susanne Bier, oyuncular Ulrich Thomsen, Trine Dyrholm, Mikael Persbrandt... Festivalin en iyi filmlerinden bir diğeri, Türkçe afişleri Atlas fuayesini süsleyen Daha İyi Bir Dünyada, annesini kanserden yitirince öfkesini babasına yönelten 12 yaşındaki oğlanla, -Afrika'daki bir mülteci kampında aralıklarla hizmet verirken yokluk, yoksulluktan çok zorbalıktan bezgin doktorun oğlu, okuldaki zorbalıkla baş edemeyen- sınıf arkadaşının öyküsünü anlatır.

Danimarka'da da, Afrika'da da zorbalığın rengi aynıdır.

16 Nisan 2011 Cumartesi

30. İstanbul Film Festivali onbeşinci gününde "abla" iki film izler: Amador, Değirmen ve Haç

16 Nisan 2011 Cumartesi sabahı, her ne kadar önceki yıllara oranla rekor sayıda düşük film izliyor olsa da, zamanı dar "abla", dönmeden buluşmak isteyen sevgili arkadaşlarından biriyle, Arabiko'nun masa üzerindeki kaşar tabağına hamle yaptığı, kara kadife kulağı -bizzat "abla" tarafından- fiskelenince kanepeye döndüğü, güzel kahvaltı sohbetinde buluşur.

Civarındaki boylu poslu binaların hangi aralık yükseldiğini anlamadığı Beşiktaş pazarı tıkanıklığını aşıp; ilk filmi için Atlas'a yönelen "abla", iş görüşmesi için İzmir'e gitmeye niyetlenip, iki kez inemeyen uçakla,
-kısmet!-, Bodrum'a inen, İzmir'e ulaşmak için birkaç kişiyle tuttukları taksinin şoförünün önerisiyle Milas'ta köfte molası veren sevgili arkadaşıyla sinemaya girer.

İspanya 2010 yapımı
Amador: Yönetmen, -"abla"nın beğendiği Güneşli Pazartesiler'in de yönetmeni- Fernando León De Aranoa, oyuncular, -Madeinusa ve Acı Süt'ten tanıdık, sevildik- Magaly Solier ile Celso Bugallo, Pietro Sibille... Göçmen Marcela, çiçekçilik yapan kocasıyla hazırladıkları buketleri taze tutmak amacıyla koydukları buzdolabı bozulunca, yenisinin peşinatını zor denkleştirebildiklerinden, taksitler için yaşlı, yatalak Amador'a bakmaya başlar.

Deniz ile göğü tamamlamanın zor olduğunu
söyleyen, puzzle meraklısı Amador, Marcela'ya, yaşamın puzzle gibi olduğunu, gelirken resmi tamamlayacak tüm parçaların elimize verildiğini, doğru yere doğru parçayı yerleştirmenin ise bizim seçimimiz/sorumluluğumuz olduğu anlatır. Dostlukları gelişirken, her perşembe görmüş geçirmiş bir fahişenin de ziyaret ettiği Amador, buzdolabı parası denkleşemeden ölür. Parasını tam alabilmek için ölümü ailesine haber vermeyen Marcela, bir zaman sonra kızının gelişiyle paniğe kapılırsa da, yaptırdıkları inşaatı tamamlayabilmek için babasının emekli maaşına ihtiyaç duyan kızı, Marcela'dan işine devam etmesini ister. Yoksulluk, ölüm, Tanrı'ya inanç üzerine eğlenceli bir film...

Polonya-İsveç 2011 yapımı
Değirmen ve Haç: Yönetmen Lech Majewski, oyuncular Rutger Hauer, Charlotte Rampling, Michael York... Filmden önce perde önüne, İsveçli ortak yapımcıyla gelen yönetmen Lech Majewski, "bilgisayar grafikleri yapan arkadaşlarla ince ince çalıştık" diye anlatır, "tablodaki alanları yaratabilmek için yedi farklı perspektiften yararlandık, her bir karenin ortalama 40 katmanı var, dolayısıyla çok etkileyici oldu, sürekli kontrolle, çok dikkatli çalıştık, resmi hayata geçirebilmek için büyük sıkıntı çektik, yarım bir ağaç var diyelim, tamamlayıp boşluğu doldurmak gerekti" Film gösterimine geçilmeden önce, tercüman, yönetmenin aynı zamanda ressam da olduğunu, boyamaları kendisinin yaptığını söyler.

Flaman ressam Pieter Bruegel'in, 1564 tarihli Çarmıha Gidiş adlı tablosu "içinde" geçen film, Aziz Simon'un annesi ve arkadaşları, kasabanın zengin tüccarı, köylüler, dinî, askerî 500 karakteri tanıtır; çarmıha gerilme öncesi ve sonrası, dimdik bir kayanın tepesine kurulu değirmenin ürkütücü gölgesinin düştüğü köyde yaşayanları, yaşantılarını anlatır.
Resmini nasıl kurduğunu, en önemli öğeyi tam ortaya koyup sonra da nasıl gizlediğini anlatan Bruegel, yaşamını sürdürmekte köylülerin ortasında gelişen çarmıha germe için, "demek herşey, herkesin gözü önünde olup bitiyor" derken, Aziz Simon'un mağaraya taşınmış bedenine bakan annesi, "karnımda ilk kıpırdadığı anda Dünyaya gelişinin bir anlamı olduğunu, ışık getireceğini biliyordum" diye sessizce ağlar.

Film sonrası,
3 yıl önce Camdan Dudaklar filminin tanıtımı için aramızdaydı denilerek perde önüne davet edilen yönetmen soruları yanıtlar:

Sinema TV mezunu olduğunu söyleyen izleyici, "bir tablo inceleyen filmi dolayısıyla aklıma geldi" der, "Greenaway sinema ölüdür demişti, bu konuda ne düşünüyorsunuz?" "Her sinemacının yöntemi farklıdır," diye yanıtlar yönetmen, "ortak tema, tablo, suç, savaş olabilir. Ben kırk yıl düşünsem Bruegel tablosu üzerinden teknik olarak böyle film yapacağım aklıma gelmezdi; Inception, Karayip Korsanları, Avatar filmlerini yapanlar gelip tebrik ettiler, onların bütçelerinin binde biri ile bu filmi yaptığımız için, bu hayâl gücüdür, sinema bir resimle başlar."

Filmi çok beğenerek izlediğini
söyleyen izleyici, finaldeki dans sahnesi ve tablonun müzedeki görüntüsünün anlamını merak eder; "bunu ben de bilmek isterdim" der yönetmen, "yaptığım herşeyi de biliyorum anlamına gelmiyor; dans Bruegel'in yorumu, insanlar büyük travma sonrası dans edebilirler, yaşamı kutsayabilirler. Müzedeki resimli final ise, herşey resimden ibaret..."

"Bruegel'in bu tablosunu film yapma fikri nereden geldi?"
sorusu, yönetmence "Bruegel'den kaynaklandı," yanıtı alır, "öğrenciliğimde, her gidiş dönüşümde izlerdim. İkarus'un Düşüşü tablosunda da olduğu gibi, soyutlama gücüne, gerçeği, günlük yaşamın içine, ortasına gizlemesine hayranlık duyuyorum. Amerikalı sanat tarihçisi Michael Gibson, yazıp bana yolladığı kitabında Bruegelvâri bir yaklaşımım olduğundan söz eder. 500 ayrı figür, tümüyle düzlük Flaman toprağında, tablonun dikey aksına yerleştirdiği kayalığın tepesindeki değirmen Bruegel'in soyutlaması. İtalya'ya gittiğinde, kayalıkları görür, çatlaklarıyla insan bedenindeki yaralar arasında İncilvâri bir paralellik kurar."

"Bu bence, olağanüstü, devrimci bir film"
der bir diğer izleyici, "Bruegel'in örümceğin ağını örüşündeki incelikle... 1500 yıl arayla Beytüllahim ve Avrupa... Finalde resmin gösterilişini anlamlı buldum, müzeler bellektir."

Halkın kurtarıcıya değil Simon'a baktığını
söyleyen başka bir izleyici sorar, "Bergman'ın 7. Mühür filmi geldi aklıma, yedi kişinin ölüme gidişi aynı dinginlikle işlenmişti, esinlenme var mı?" "Evet, tahmininizden fazla..." olur yönetmenin yanıtı ve ekler "halkın İsa'dan çok Simon'a bakması Bruegel'in stili, çok açık anlatmamak için böyle yapıyor."

15 Nisan 2011 Cuma

30. İstanbul Film Festivali ondördüncü gününde "abla" iki film izler: Chico ile Rita ve Bir Kadın Meselesi

15 Nisan 2011 Cuma günü "abla"nın ilk filmi, 2010 Hollanda Canlandırma Festivali Büyük Ödülü almış bir canlandırma; İspanya-İngiltere 2010 yapımı Chico ile Rita: Yönetmenler Fernando Trueba, Javier Mariscal, Tono Errando, seslendirenler Limara Meneses, Emar Xor Oña, Mario Guerra...

Küçük grubuyla bir kaç yıl önce
-"Fidel ölmeden..." fikriyle- ziyaret ettiklerinde çok etkilenen "abla"nın, -Hindistan için de dediği gibi- "bir başka ülke değil, başka bir gezegen!" Küba'da, 1948'de başlayan, şarkıcı, dansçı Rita ile yetenekli piyanist Chico'nun aşkı, eski Türk filmlerindeki gibi, içki, araya giren kadınlar, her ikisi üzerinden para kazananların entrikaları yüzünden kesintilerle sürer. Sevgililer bir araya geldiklerinde, aradan, sevgilerini hiç de azaltmayan 40 küsur yıl geçmiştir. Amerika'da bir dönem -bir yıldız için bile- siyah olmanın anlamı, Küba'nın devrim öncesi ve sonrası, caz müziğiyle hemhâl olmuş çizgi ile rengin muhteşem anlatımıyla, çizgi üretimler hayranı "abla"ya çok güzel gelir.

Anılarına...
bölümünden, Fransa 1988 yapımı Bir Kadın Meselesi: Yönetmen Claude Chabrol, oyuncular -bu filmle en iyi kadın oyuncu almış- Isabelle Huppert, François Cluzet, Marie Trintignant...

Fransa'da küçük bir kasabada, İkinci Dünya Savaşı sırasında iki çocuğuyla geride kalıp hayatını sürdürmeye çalışan Marie, ilkini kapı komşusunda denediği kürtaj operasyonunun başarısı üzerine, sessizce ünlenir. Bir yandan çocukların, geceleri artık tıka basa doymuş yatmaları, öte yandan paranın tatlı kokusu, arkadaş olduğu bir fahişeden başlayarak evinin iki odasını onlara kiralamaya başlamasına neden olur.


Başta, olup bitene göz yuman,
savaştan örselenerek gelmiş koca, kendisini artık sevmediğini söyleyen, güçlü karakterini aşamadığı, başına buyruk karısının bir de sevgili edinmesi üzerine, kendisine yönelttiği olgun hizmetçinin yakınlığını reddeder ve kolaja yatkın elleriyle bir ihbar mektubu hazırlar.

Yargı, Marie'yi
"bir emsal teşkil etmesi" fikriyle yargılar; -seçimlerinin sonuçlarına sessizce katlanacak kadar güçlü, gözü kara, ama ne yazık, zamanının ötesinde yaşamayı becerebilecek bilinç desteğinden yoksun kadının hikâyesi, 3 Boyut gerçekliğinde beklenen sonuna- hapse girmesinden iki yıl sonra giyotine varır.

14 Nisan 2011 Perşembe

30. İstanbul Film Festivali onüçüncü gününde "abla" üç film izler: Yaşamın Ritmi, Anneler, İçimdeki Yangın

14 Nisan 2011 Perşembe günü "abla", ikisi laser altyazılı, üç film görür.
İsveç-Fransa 2010 yapımı Yaşamın Ritmi: Yönetmenler Ola Simonsson ve Johannes Stjärne Nilsson, oyuncular Bengt Nilsson, Sanna Persson Halapi, Magnus Börjeson... Eğitimi sırasında sıradışı bir su müziği yorumu yapıp Akademiden atılan müzik teröristi Sanna ve beş davulcudan oluşan çetesi, dört başlık altında -ameliyathanede, bankada, iş makineleriyle konser salonu önünde ve yüksek gerilim hatlarında- aykırı ("abla"nın bayağı beğendiği, güzel) müzik üreterek bir karşımüzik tavrı sergiler. Ailesinin büyük beklentisini, duyuşundaki bir arıza yüzünden karşılayamayan polis Amadeus'un ise tek dileği sessizliktir.

Bir noktada amaçları buluşan çete ile Amadeus'un, basit ama çok etkili gösterileriyle sonuçlanan filmin, tüm kentin tek bir enstrümana dönüştüğü muhteşem sahnesi, "abla"nın, -Spielberg'in Üçüncü Türden Yakınlaşmalar filminin finalinde olduğu gibi- gözyaşlarına neden olur. Laser altyazılı film "abla"ya göre, kaçırılmaması gerekenler arasında.

Makedonya-Bulgaristan-Fransa 2010
yapımı Anneler: Yönetmen Milcho Manchevski, oyuncular Ana Stojanovska, Vladimir Jacev, Dimitar Gjorgjievski... Yağmurdan kaçan izleyicinin karşısına çıkan, -"abla"nın unutamayacağı filmleri arasında, müziği ile de özel yeri olan Yağmurdan Önce'nin yönetmeni- Manchevski, "gün ortası, yağmura rağmen cesaretiniz için teşekkürler" der, "film öncesi söyleyebileceğim tek şey gerçeğin doğasını araştırdığım, yaratmaya çalıştığımdır; bir müzik parçası ya da resmin yarattığı his gibi... Bu benim için filmin mesajından daha önemli. Üç farklı hikâyenin bende yarattığı hisler üzerine yaptım bu filmi, umarım sizde de aynı duyguları yaratır."

Parkta oynayan küçük kızlardan birkaçı gazete bayiinin arkasında bir teşhirciye rastlarlar, polise gitmeye gönüllü olan ikisi adamı görmemiştir bile. Dondurmalarını yerken, bir de, verdikleri ifade ile hiç ilgisi olmayan bir adamı teşhis ederler.

Köy yaşamı ile ilgili bir belgesel yapan üç kişilik ekip, çok yaşlı bir adam ile -keçisini büyü ile öldürdüğünü düşünerek küstüğü- kızkardeşi dışında kimsenin yaşamadığı köyde çekim yapar, nineye konuk olurlar.

Üçüncü bölüm, Makedonya kasabası Karacaova (Kicevo)'da, 2008'de yaşanan, üç kurbanı da yaşlı, temizlikçi kadınlardan oluşan bir seri katil olayını inceler. İ
nsanlar ardarda konuştukça konu aydınlanırsa da, gerçeğe dair bir şüphe, her zaman çevrede olacaktır. "Abla"nın çok beğendiği, gerilimi hiç düşmeyen filmin bitiminde, çok güzel bir müzik parçası eşliğinde akan title ardından perde önüne gelen yönetmen alkışlarla karşılanır.

Yönetmenin dilinde konuşup, Türkçeye de çeviren izleyici, "Bravo!" der filme beğenisini belirterek; "ben Kicevo doğumluyum, '60'da Türkiye 'ye geldim, ara sıra gitmeme karşın bu olaydan haberim olmadı."

"Üçüncü bölümde kurmaca var mıydı, yoksa tümüyle belgesel miydi?" bilmek isteyen izleyiciye yönetmen, "memnun oldum bu soruya" der, "sinema olarak amacına ulaşmış; kurmaca ile dokümanteri harmanladık... Evet, bir belgesel, iki sene önceki olay bir süre Dünyada konuşuldu. Belgesel olarak zordu, gerçek insanlarla film çekecektik, onların duygularını dikkate almak zorundaydık"

"Ben görmedim ama..."
der bir başka izleyici, "Dust filmiyle Türkleri kötülediği yazıldı sitelerde, hazır buradayken..." Manchevski "Türkiye'de gösterilmemiş olması yazık," der, "bir kısmı günümüz, bir kısmı da 20. yy. başında Balkanlarda yaşanan pek çok çatışmayı konu alıyordu, Osmanlı, Makedon, Arnavut en çok da Amerikalıların yaptıklarından sözediyordu, bir yorum yapamayacağım, filmi görenlerle tartışmak isterim."

Uluslararası yarışma adaylarından, Kanada-Fransa 2010
yapımı İçimdeki Yangın: Yönetmen, -"abla"yı çok etkilemiş Polytechnique'in yönetmeni- Denis Villeneuve, oyuncular Lubna Azabal, Mélissa Désormeaux-Poulin, Maxim Gaudette... Filmden önce, perde önüne gelen başrol oyuncusu Lubna Azabal, yönetmenin New York'da filmin tanıtımını yaptığını söyler. Festival kataloğunda belirtildiğine göre En İyi Yabancı Film Oscar'ına aday gösterilen film, Wajdi Mouawad'ın ünlü oyunundan sinemaya uyarlanmış.

Yüzme havuzu kenarında fenalık geçirip hastaneye kaldırılan, ölen
Lübnanlı Nawal'ın patronu noter, ikiz çocuklarına, annelerinin, babalarını ve ağabeylerini bulana dek mezartaşı olmayan bir mezarda yatma dileğini bildirir. Çocukların, iç savaşta pek çok acılar yaşamış Lübnan'da, annelerinin izini sürmeleri, kendilerine, asıl kimliklerine ulaşmalarını sağlayacaktır.

Film sonrası, alkışlar arasında, perde önüne gelen
Lubna Azabal, ilk izleyicinin "hikâye o kadar inanılmaz ki, mutlaka gerçeklik payı olmalı" sorusunu, "evet" diye yanıtlar, "direnişçi Süha Beşara'nın öyküsünden esinler taşıyor, 19 yaşındayken Falanjist bir generali öldürmeye çalışıyor, 10 yıl hapis yatıyor, öykünün gerisi kurgu."

Kadınların halâ harp silahı olarak kullanıldığını belirten bir kadın izleyici, filmi çok etkileyici bulduğunu belirterek, "bu role hazırlanmak hiç kolay değil" der. "Haklısınız, savaş, nefret... Dünyanın her yerinde geçebilirdi. Genellikle iç güdülerimle hazırlanıyorum."

"Bir tiyatro oyunundan uyarlandığına inanmak zor, yazar dahil oldu mu?"
sorusu, "hayır" diye yanıtlanır, "yönetmene, artık bu senin eserin dedi ve karışmadı, normalde oyun 3 saat, yönetmen biraz parçaladı. On ayrı versiyonu olabilir aslında..."

"Sizi en çok hangi sahne zorladı?"
sorusuna oyuncunun yanıtı "hapishane, işkence ve doğum sahneleri stüdyoda ilk dört günde çekildi, o dört günde ben hapse düştüm, işkence gördüm, doğurdum..." olur.

Nawal'in vurguladığı "bir olma" ve "nefret zincirini kırma" mesajı olmasa, laser altyazısıyla vizyona hazır filmin öyküsünü biraz zorlama bulabilecekken; bu çok önemli mesajın, Ortadoğu ve -ufak çaplı da olsa- savaşların sürdüğü tüm coğrafyalarda su-ekmek kadar gerekli olduğunun bilincinde olan "abla", filmi ısrarla önerecektir.

13 Nisan 2011 Çarşamba

30. İstanbul Film Festivali onikinci gününde "abla" üç film izler: Fabrikadaki Piyano, Yolculuk, Saç

13 Nisan 2011 Çarşamba günü "abla"nın ilk filmi, yoksul ama gururlu, iyi kalpli arkadaş gruplarının, "insanlık öldü mü!" diyerek örgütlenip kör kızlara, sokak çocuklarına yardım ettiği, Yeşilçam Sinemasının siyah beyaz dönemini hatırlatır, danslı, şarkılı, eğlenceli, Çin 2010 yapımı Fabrikadaki Piyano:
Yönetmen Zhang Meng, oyuncular Wang Qian-yuan, Qin Hai-lu, Jang Shin-yeong...

Adını -"abla" grubunun Çin'e gittiklerinde görüp, Li Nehri üzerinde yaptıkları gezide bayıldıkları karstik arazi yapısıyla bir doğa harikası- Guilin'den alan işsiz Chen, yetenekli küçük kızının piyano dersleri için para bulmaya çalışırken, sahte ilâç satışıyla köşeyi dönmüş bir adam bulup kendisinden boşanma kararı alan karısı, kızın vesayetini ister. Küçük kız ise, kim piyano alırsa onunla kalacağını bildirir. Birkaçı sokak şarkıcısı, biri dominoda taş çaldığı için kolu kırılan, diğeri yıkıntılardan topladığı hurda metal satıcısı mafya babası, ortak yanları yoksullukları olan bir grup arkadaş toplanır, Chen'in kızı için bir piyano yapmaya sıvanırlar.

Yer yer komik, bazen hüzünlü film, taşıdığı nostalji tadıyla "abla"ya iyi gelir.


İngiltere 2010
yapımı Yolculuk: Yönetmen Michael Winterbottom, oyuncular Steve Coogan, Rob Brydon... Kendilerini oynayan oyunculardan Steve, kız arkadaşı ara verelim deyip Amerika'ya gidince, onunla yapmayı planladığı gurme yolculuğu için arkadaşı Rob'dan, kendisine yoldaşlık etmesini ister.

İkili bir hafta boyunca, tanınmış restoranlarda, yemesi tanıtımından kısa süren süslü, özel yemekler yer, Michael Caine, Sean Connery (Bond), Anthony Hopkins taklitleriyle idrar müsabakası yapar, zıtlaşır, didişir, ve hatta gıyabında Rob'un cenaze konuşmasını prova ederler. Festival kataloguna göre, çok eğlenceli, gurme yol filmi Yolculuk 6 bölümlük İngiliz komedi dizisinin uzun metraj film olarak kurgulanmış hali...

Türkiye-Yunanistan 2010 yapımı Saç: Yönetmen Tayfun Pirselimoğlu, oyuncular Ayberk Pekcan, Nazan Kesal, Rıza Akın... Kanserden ölmekte olduğundan haberdar Hamdi, penceresinden Tarlabaşı trafiğini gözlediği, peruklar yapıp sattığı dükkânının arka kısmında yaşar. Sonuna geldiği tek düze yalnız yaşamında, uzun saçını satmaya gelen Meryem ilgisini çeker. Takıntı haline getirdiği kadının peşine düşen, kocasıyla -filmin, oyunculardan rol çalan muhteşem mekânlarından- 1459 tarihli Hacıkadın Hamamı'nda tanışan Hamdi'nin gönlünde Meryem'i Brezilya'ya götürme hayâli barınır. Yönetmenin, ölüm temalı üçlemesini tamamlayan, "abla"nın çok beğendiği Rıza ile görmediği Pus'tan sonra gelen Saç, Ulusal Yarışma adaylarından...

Filmden sonra perde önüne gelen yönetmen Tayfun Pirselimoğlu, oyuncular Ayberk Pekcan, Nazan Kesal, Rıza Akın, yapımcı Veysel İpek, sanat yönetmeni Natali Yeres, soruları yanıtlarlar.

"Homoerotik hamamdan sonra, (Musa'nın) .bne misin? sorusu beni rahatsız etti" soru/yorumu, film ekibinden karşılık görmez.

İkinci izleyicinin Musa'nın ile Hamdi'nin, göbektaşında, deniz kenarında, evde yere yatışlarının musalla taşını anımsatması, kusma, bedenin tepkisi... saptamaları, yönetmenin "ortak nokta ölüm, burada beden üzerinde belli ediyor kendisini, ölü yıkayan bir adamın insanların yıkandığı bir mekânda yatışı... sizin doğru okudunuz gibi" sözleriyle yanıtlanır.

Feminist olmadığını belirten bir hanım izleyicinin "ölümü kadın değil erkek bedeniyle göstermeniz, kadın bedeni göstermemeniz iyi geldi" yaklaşımı, yönetmenden "ölüm ortak payda, dominant karakter olarak ölümle karşılaşan erkeğin kırılganlığını ortaya koyduk" yanıtı alır.

Nazal Kesal "oyuncu olarak Tayfun'la çalışmak özel bir deneyim, alt metin çalışması, didikleme yapmadık," der, "Meryem zor bir karakter, az sözle o anları, durumları gözlerle ifade etmeye çalıştık"

Son olarak bir izleyici "bireyin yalnızlığını çok güzel anlattınız" der, kocanın ölümünden sonra aralarına girişinin anlamını sorar. Yönetmen "çok karşılaştığım bir soru bu" diye yanıtlar, "kendi yorumumu açıklamak istemiyorum açıkcası, bu soruyu size sordurttuğu için teşekkür ediyorum"

12 Nisan 2011 Salı

30. İstanbul Film Festivali onbirinci gününde "abla" üç film izler: Pupupidu, Issız Ev, Atlıkarınca

12 Nisan 2011 Salı günü, sümbüller açalı, rotasını Harbiye Radyoevi önünden geçirip, kısacık koklama molası verdikten sonra Cadde'ye ulaşan "abla"nın ilk filmi, Fransa 2011 yapımı Pupupidu: Yönetmen Gérald Hustache-Mathieu, oyuncular Jean-Paul Rouve, Sophie Quinton, Guillaume Gouix... Polisiye roman yazarı David Rousseau, Fransa'nın Sibiryası'na almaya gittiği miras bağların belediyeye bağışlandığını öğrenir; kendisine kalan doldurulmuş ölü köpek Toby'i çöpe atıp, 600 km.lik dönüş yoluna koyulmuşken, İsviçre sınırındaki tarafsız bölgede rastladığı polis, karlar içinden, intihar ettiğini söyledikleri model, aktris, sunucu genç kadının cesedini çıkarmaktadır.

Konu sıkıntısı çekmekteyken, bu hiç de intihara benzemeyen olayı araştırmaya girişen David, yoluna çıkan eşzamanlı olayları gözler, sayıları izler, -psikiyatristinden öğrendiğine göre- yaşamı Marilyn Monroe'nunkiyle büyük benzerlikler taşıyan, onun reenkarnasyonu olduğuna inanan Candice'in ölümü çevresindeki sırrı çözer. Arada iki öldürülme tehlikesi de atlattığı filmin sonunda, Candice'in, romanlarının ve kendisinin hayranı olduğunu öğrenir. Hem mistik hem polisiye, "abla"nın bayıldığı türden.

Geceyarısı Çılgınlığı bölümünden "abla"nın tek bileti, Uruguay 2010 yapımı Issız Ev: Yönetmen Gustavo Hernández, oyuncular Florencia Colucci, Abel Tripaldi, Gustavo Alonso... Öyküsü 1940'larda Uruguay kırsalında yaşanmış gerçek bir olaya dayanan filmin, kesintisiz tek bir plan sekansla Laura'yı izleyerek yarattığı gerçek zamanlı gerilim, ilk gösterimi Cannes'da 2010'da yapıldığında "teknik şaheser" olarak övülür.

Bir yakınlarının satışa çıkarılan
-uzun zamandır kimsenin yaşamadığı- evini toparlamak üzere, gece, fenerlerle içeri girip, ertesi sabaha hazırlanmak üzere uyuyan babasını üst kattan duyduğu sesler üzerine uyandıran Laura, film ilerledikçe önce babasının sonra da -bir yolunu bulup kendini dehşet içinde bahçeye attığı sıra, arabasıyla dönüp gelen- ev sahibi akrabanın/ahbabın parçalanmış cesetlerini bulur. Ne var ki parçalanan yalnızca cesetler değildir.

Zayıf ışıkta hareketli kameranın eşlik ettiği
Laura, yukarı çıkılmamasını tembihleyen ev sahibinin odasında, bir bebek arabası ve duvarlar dolusu, kendisi, babası ve ev sahibinin müstehcen ilişkisinin kanıtı polaroid fotoğraflar bulur.

Altı gün sonra bulunan, -parçalanmış kişiliği tarafından-, orakla paraladığı cesetler üzerine eğilip "size bunu kim yaptı?" diye ağlayan -ve bir daha asla bulunamayan- Laura, finalde, -ev sahibinin
ölmeden önce "bebeğe bakamazdık" dediği- küçük kızıyla orman içinde, sevgiyle konuşarak yürürken, kıra çıktıklarında, Laura'nın elinden tuttuğu bez bir bebektir! Her şeyi dozunda, açıklaması gayet doyurucu film, -festivaldeki Elisa K ve Şiir'e ilâveten- "abla"nın aynı günde izlediği iki ensest konulu filmden ilki...

İkincisi, Ulusal Yarışma adayı Türkiye 2010 yapımı Atlıkarınca: Yönetmen İlksen Başarır, oyuncular Mert Fırat, Nergis Öztürk, Zeynep Oral, Sercan Badur, Semra Çeyrekbaşı, Oğulcan Güler... Film vizyonda ve kadrosunun perde önü sohbeti o derece aydınlatıcı ki "abla" daha fazla yazma gereği duymaz:

Film sonrası soru yanıt için perde önüne dizilen, yönetmen İlksen Başarır, senaryoyu Başarır'la yazan (baba/Erdem) Mert Fırat, (anne/Sevil) Nergis Öztürk, (kız/Sevgi) Zeynep Oral, (oğul/Edip) Sercan Badur, Oğulcan Güler, (oyuncu koçu) Müfit Aytekin
alkışlarla karşılanırlar.

İlk soruyu yönelten izleyici,
"tebrikler, cesur bir iş, genç ekip genç bakış önemli" der, "Semih Kaplanoğlu'nun Meleğin Düşüşü'nde ensest işlendi, fark babanın şair olması mı, ensest toplumda yaygın, kolektif bilinçaltına sızmış, baba neden şair, Kur'an'da şairlerin sapkın olması var, biz toplum olarak Kur'an'dan vazgeçemeyiz çünkü..."
Yönetmen "Baba şair olabilmiş değil, uğraşıyor" diye yanıtlar, "Kur'an'la bağlantısı yok, erkek meselesinde ise, kadınlarda bu sayı çok düşük, binde bir, erk kime aitse ensest orada..."

Babayı Big Brother olarak görürsek, Sevgi ve Edip'in
80 sonrası kayıp kuşağın sembolü olup olmadığı sorusu, yönetmen tarafından "mümkün ama bu çok aşağıda tuttuğumuz bir şey" diye yanıtlanır, "zamansız bir film bu, 10 yıl geçti teknolojik bir değişiklik olmadı özellikle, yer de belirsiz."

"Melodramatik ton, müziğin kullanımı beni rahatsız etti" der bir diğer izleyici, "ensest bizim suskun olduğumuz bir konu. Müziği özellikle dramatik etki için mi kullandınız, Andrea Arnold'un Fish Tank'ı çok sessiz..." Yönetmen "karşılaştırılması mümkün olmayan iki film" der, "konu ajitasyona çok yatkın, müzik kullanımı yönetmen tercihi."

"Farkındalığın bir ayrıcalık değil, zorunluluk olduğunu gösterdiğiniz için teşekkürler"
diyen izleyici diğer izleyicilerden alkış alır; "genelde bu tür çıkışların faydası olmayacağı söylenir, sizce bir fark yaratacak mı?" sorusu Mert Fırat tarafından yanıtlanır "Başka Dilde Aşk'ın etkisi oldu, bu filmi ondan aldığımız cesaretle ve elbette parayla yaptık. Bir sosyal hareket başlatmayı planlamadık, ama platformlardan aldığımız olumlu tepkiler önemli, bir uyarı olması, konuşulacak olması önemli, bundan sonrası iktidarlara kalıyor."

Çok beğendiğini söyleyen izleyici çocuk oyuncu ile nasıl çalışıldığını bilmek ister, yanıtı oyuncu koçu Müfit Aytekin verir;
"metni Zeynep'in ailesine verdik önce, ondan empati kurması beklendi. Zeynep'in bu filmde oynama kararıydı asıl önemli olan. O konu değil komşu duygular işlendi, anneannesine sarılıp anlattığı sahnede, özlediği kedisi için ağladı."

Yine, çok beğendiğini söyleyen bir başka izleyici "karakterin ölümü her zaman en kolayı olmuştur" der, (filmin başında çarparak ölümüne neden olup gömdükleri) "köpekle ilişkilendirdim, çok iyi olmuş." Başarır, "biz kendimize dert edindiğimiz konuları yazıyoruz Mert'le," der, "herkesin öyküsü kendi istediğince akar," Mert Fırat devamla "biraz tahrik için öldürdük adamı, ifşa edilse toplum dışı olsa fantastik film olurdu Türkiye'de, aaaa, Türkler fantastik film yapmış derlerdi, biz de isterdik ifşa edilsin, yalıtılsın ama bizde daha kol kırılır yen içinde..."

Hukukî süreç işlenseydi, nasıl olurdu merak eden izleyici, "Türkiye'de binlerce olay var, anne ile kız bir yolunu bulup şikâyet ediyor, baba 6 ay uzaklaştırma alıyor ama aynı evde... Biz insanlara babanızı öldürün demiyoruz, sonuçta anne katil, Edip anlatamayacak, Zeynep yarıyarıya hafiflemiş, tüm hayatlarını etkiliyor... Bu önlenebilir, eğitimle, rehberlikle... kanunlar caydırıcı değil, belki empati caydırıcı olur" yanıtı alır.

Son soru, bir rehber öğretmenden gelir
"çok karşılaşıyoruz bu konuyla, insanlar seminerler istiyorlar, film sürecinde psikolojik destek alındı mı?" Yönetmen, "bıçak sırtı konu, yazma sürecinde yanlış bir şey söylememek için destek aldık" diye anlatır.

Söyleşi sona ererken, anne rolünü herkesin beğendiği,
-Kıskanmak'ın kötü kalpli görümcesi- Nergis Öztürk, "ben gruba çok geç dahil oldum" der, "empati kurmanız gereken bir rol, beni korkuttu, 14 günde çektik, ben geldiğimde her şey, atmosfer hazırdı, duygusal olarak steril bir ortamda çekti, İlksen'in olumlu tavrı olmasaydı, uzasaydı ben oynayamazdım büyük ihtimalle."

Edip'i oynayan Sercan Badur, "ben yolun başındayım," der, "karakterin değişimi beni çok etkiledi, bana fırsat verdikleri için çok teşekkür etmek istiyorum."

11 Nisan 2011 Pazartesi

30. İstanbul Film Festivali onuncu gününde "abla" iki film izler: Elisa K, Çınar Ağacı

11 Nisan 2011 Pazartesi günü 11:00 seansı boş "abla", kendisini grafikçi olarak etkilemiş ustalardan biri Mengü Ertel'in 80. doğum 11. ölüm yıldönümü dolayısıyla, Yapı Kredi'de, 23 Nisan'a dek açık, "tepe tepe kullanıyorum hülyalarımı" başlıklı sergiyi gezer. Pakistan İslamabad'daki Şah Faysal Camii'nin 23m x 60m ölçekli, rahmet ve bereket konulu kıble duvarı taslakları, -şimdiki grafikçilerin akıl sır erdiremeyeceği ustalıkla elle yazılmış, çizilmiş, renklendirilmiş- logolar, kitap kapakları, tiyatro afiş ve dekorları... önlerindeki camekanlara yerleştirilmiş eskizleriyle birlikte sergilenmekte.

Ustanın iki yeleği yanısıra, kullandığı
-yan yüzündeki etikette ETİKETLER - KLİŞELER - SPATÜL BANTLAR yazılı, turuncu kapaklı Agfa-Gevaert fotoğraf kâğıdı kutusu, kamış kalemler, boyalar, şablonlar, mozaik etkili İstanbul Film Festivali afişi için kullandığı renkli bantlar... her türden- malzeme, Mengü Ertel'in '48-49'da akademiye girişinden 10 yıl sonra Dünyaya gelen "abla"yı derinden etkiler.

TV2'nin Sanat İnsanları programında konuşurken, -her ikisi de "abla"nın hocası olmuş- "Sabri Berkel ve Edip Hakkı Köseoğlu atölyeleri aynı salondaydı, ortadan tebeşirle çekilen bir çizgiyle ayrılırdı..." diye anlatır Ertel, "...şövaleler birbirine o kadar yakın dururdu ki, desenini çizdiğimiz heykeli ancak 15 cm'lik aralıktan görebilirdik." Adalet Cimcoz'un kurduğu Maya Sanat Galerisi'nin yarattığı sanat ortamından söz ederken "...bugün bakıyorum," der usta, "iletişim olanakları o kadar gelişmiş ki insanlar bir araya gelemiyor."

İspanya 2010 yapımı Elisa K: Yönetmenler Judith Colell ve Jordi Cadena, oyuncular Aina Clotet, Clàudia Pons, Lydia Zimmermann... Film öncesi perde önüne gelen Judith Colell, "dolu salon görmek çok etkileyici" der, "eşim Cadena ile birlikte bir film yönetmek istiyorduk ama stillerimiz çok farklıydı, Elisa K'da birlikte çalıştık; eşim siyah-beyaz, ben renkli bölümleri yönettim, film geçen sene San Sebastian'da Jüri Özel Ödülü alınca çok memnun olduk."

Beethoven'in tanınmış bestesi Für Elise ile başlayıp biten filmin, siyah beyaz ilk kısmı, ağabeyi ve kızkardeşiyle, taşradaki annelerinden kentteki babalarının yanına gittikleri hafta sonlarından
birinde, babasının arkadaşının tecavüzüne uğrayan 10 yaşlarındaki Elise'yi anlatır. Ağlayan Elise'yi susturmak için adam, susarsa ona gümüş bir bilezik vereceğini söyler.

Olayı hemen, tamamiyle unutan Elisa, yurtdışına okumaya gittiği kentte, bir gün TV'de duyduğu müzik üzerine 14 yıl, 4 ay, birkaç gün önceki tecavüzü birden hatırlar; bir sinir krizi ardından yatıştığında annesini arar "bana yardım et!" der, "korkunç bir şey hatırladım..."

Film sonrası söyleşi için yeniden perde önüne gelen
Judith Colell, ilk, "bu filmi yaparken nereden yola çıktınız, sizce yeni bir bakış açısı getirdiniz mi?" sorusunu, "Lolita B...'nin kitabı sadece çocuk istismarını değil, aklımızın da nasıl çalıştığını anlatıyor. Eşimle okuduğumuzda daha başta, 5. sayfada bizi şoke eden Elisa biraz sonra tecavüze uğrayacak ve bunu hatırlamayacak! cümlesi üzerine filmi çekmeye karar verdik. Festivallerde benim de başıma geldi diyenler oluyor... Biz bir genç kızın nasıl hatırladığını işledik."

"Film öncesi çocuk istismarı hakkında ne düşünüyordunuz, şimdi ne düşünüyorsunuz?"
sorusunu "önce de sonra da en korkunç şey olduğunu düşünüyorum, çünkü insanın çocukluğunu mahveden birşey,
ben bu kadar yüksek bir oran, İspanya'da %20, olduğunu bilmiyordum... Tacize uğrayan insanlar, bazen hatırladıkları halde utanıp konuşmuyorlar, bu konuda bir şey yapabilecek güçlü insanlar da fazla konuşmuyor" diye yanıtladıktan sonra İngilizcesi için özür dileyen yönetmen, "festivallere katıldıkça gelişiyor..." der.

Filmde kızın ailesinin tepkisini az bulan izleyici, kitapta da böyle olup olmadığını sorar; yönetmen "kitapta da aynı, babaları daha çok rahatsız ediyor, anneler de açık bir şey olmadığı için ne yapacaklarını bilemiyorlar, çocuklar sessizleşiyor, okula gitmek istemiyorlar. Genç Elisa'nın, babasına Martin Luther King'den, onun yürekli bir adam olduğundan söz etmesi bir işaret, hatırladın mı? sorusu ise, o zamanı hatırladın mı? anlamında..." diye yanıtlar.

"Küçük Elisa'yı oynayan oyuncuya konuyu, onu koruyarak nasıl anlattınız?" bilmek isteyen izleyici, yönetmen tarafından "çok akıllı bir kızdı, biz anlatırken, Elisa tecavüze uğradı, ben de aptal değilim dedi. Kızlar daha akıllı, oğlumun haberi yokken kızım herşeyden haberli..." diye yanıtlanır.

Son, "çok rahatsız eden bir hikâye, tecavüzcünün ağzından anlatılsa, zamanla suçluluk duyar mıydı, onu nasıl cezalandırırdınız?" sorusu, yönetmence, "bence çok iğrenç, korkunç bir adam, hakkında bir film yapılmasını haketmiyor" diye yanıtlanır, "benim için öyle ama yine de böyle düşünmek istemiyorum, herkesin iyi ve kötü yanları var, bence böyle bir şey yaptığını hiçbir zaman hatırlamayacak..."

İki haftadır Atlas'ın yanıbaşındaki CineMajestic salonunda kaç kişiye oynadığını kestiremediği filmin, Beyazperde sitesindeki yorumlarına bakan "abla", %60 gülen surat, %9 asık surat ve %31 de kararsız surat ile kabaca fikir veren Türkiye 2011 yapımı Çınar Ağacı'nı kızkardeşiyle izler. Jürinin yerini aldığı tıklım tıklım salonda, Ulusal Yarışma adayı filmin gösterimi öncesinde perde önüne gelen yönetmen Handan İpekçi, "umarım samimi duygularım size de geçer" der, "benim için sinema her şeyden önce yönetmenin duygularını aktarmalıdır". Oyuncular Nurgül Yeşilçay, Celile Toyon, Deniz Deha Lostar, Settar Tanrıöğen, Ragıp Savaş, Nejat İşler...

Babam Askerde ile Büyük Adam Küçük Aşk filmleri beğendiği İpekçi'nin bu son filmi, hem "abla" hem de kızkardeşi için hayâlkırıklığıdır:
Sandığındaki teneke kutuda aşk mektuplarını sakladığı, halâ sevdiği ama ne mekân(lar)da ne de çocuklarının anılarında yeri olmayan sevgili kocasının değil, sabahları karşısında selam durduğu Paşa'nın koca fotoğrafını oradan oraya sürükleyen, hem olgun bilge bir anne, hem kötü kaynana, hem söz dinlemeyen güvenilmez bir ihtiyar, hem salıncak sırasını torununa vermeyen şakacı anneanne; bir ihtiyarla ilgili ne kadar yargı varsa -sanki- birer post it'e yazılmış, karakterin/oyuncunun üzerine yapıştırılmış.

Biri solcu, diğeri sümsük iki erkek, biri ev hanımı, diğeri bir kaç dil bilir iki kız, d
ört evlât, dengeleyemedikleri kendi yaşamlarında oradan buraya taşıdıkları anneleri için sonunda, -kadının elini öpüp çıktıkları bahçede dördü birden ağlaşırlarsa da- bakımevi seçeneğinde birleşirler. En küçük torun, filmin -tribüne oynayan- önemli kozu Barış'ın protestosu anneanneyi bakımevinden "kurtarır"sa da, artık çok geçtir!

9 Nisan 2011 Cumartesi

30. İstanbul Film Festivali sekizinci gününde "abla" tek film izler: Işık Hırsızı

9 Nisan 2011 Cumartesi sabahı, Naciye Hanım'ın yapıp getirdiği tazecik poğaça eşliğinde, ailece yaptıkları, sohbeti uzun kahvaltıdan sonra Taksim'e yürüyen "abla" tek film görür:

Kırgızistan-Almanya-Fransa-Hollanda 2010 yapımı Işık Hırsızı: Yönetmen Aktan Arym Kubat, oyuncular Aktan Arym Kubat, Taalaikan Abazova, Askat Sulaimanov... Film öncesi perde önüne gelen yönetmen ve başrol oyuncusu Aktan Arym Kubat, filmini gösterme şansı bulduğu için festivali organize edenlere teşekkür eder, iyi seyirler diler.

Kırgızistan'ın uzak, yoksul bir köyünde yaşayan Svet-Ake (Bay Işık),
"sadece parası yetmeyenlere..." diye açıkladığı kaçak elektrik sağlama işinin sorumlusu olarak yakalandıktan az sonra el değiştiren iktidar sayesinde evine döner. Svet-Ake ile iyi dost muhtarın, köye gelip giderek iktidar boşluğu sırasında sahipsiz bulduğu topraklara el koymaya niyetli müteahhit Behzat'a, "senin niyetini biliyorum" diye çıkışıp "bu topraklar çocukların..." demesinden, az bir zaman sonra, gelişmelerden huzursuz kalbi durur.

Behzat idare edebileceği birini muhtar ilan eder, bir yandan da Svet-Ake'nin, evinin arkasına derme çatma prototipini yerleştirdiği ilkel rüzgâr tribününden başlayarak, tepelere pervaneler yerleştirme hayâlini destekler görünür.


Köyün ortasına kurulan obaya davet edilen, yedirilip içirilen Çinlilerle ilgili olarak, Behzat'ın, Svet-Ake'nin hayâllerini kapsamayan başka planları vardır. Bir yanda kendisine ait olmayan toprakları satan, diğer yanda bu topraklara çok uzak bir coğrafyadan gelen paralı, beri yanda da toprakları üzerinde neler olup bittiğini anlayamayan adamın bulunduğu
-tuhaf bir küreselleşme manzarası resmeden- çadırın, kapısı dibinde sessizce otururken, köylülerden beğendiği bir genç kızın, ikramiyesi deve olan eski bir erotik oyuna davet edilen Çinliler karşısına çıplak çıkarılışına dayanamayıp konuklara saldıran Svet-Ake'nin bu tavrı, -buzkaşi'nin başı kesik oğlağı misali- öldüresiye dövülerek ırmağa atılmasına neden olur.

Güzel filmin sonunda yine perde önüne davet edilen
Aktan Arym Kubat, soruları yanıtlar.
Bir hanım, Svet-Ake'nin planları verdiği için mi öldürüldüğünü merak eder, sorar "öldürülmese olmaz mıydı?" "Filmin sonu hakkında bu soru sık soruluyor; bence ölmedi" diye yanıtlar yönetmen, "...fiziksel olarak ölse de ruhu yaşamaya devam ediyor."

Filmin finalinde
torunlarına şans dileyen yönetmen, Kırgızistan'da çocukların gerçekten bir şansı olabilir mi merak eden izleyiciyi "ülkemizde demokratik bir süreç ilerlemekte, tabii biraz hastalıklı ilerliyor ama inanıyorum ki torunlarım için daha iyi olacak" diye yanıtlar.

"Orta Asya açısından filmin önemini belirtemek istiyorum"
diyen izleyici sorar, "...izlediğimiz film Akayev'in değil de Bakiyev'in devrilmesini anlatsa idi..." Yönetmen "biraz açmam gerek, ülkemizde yakın zamanda iki devrim gerçekleşti, film geçen Mart'ta bitti, Cannes'da gösterilirken ikinci devrim meydana geldi. Biz filmi yaparken ikinci devrimi bekliyorduk, şimdi çeksem daha farklı olurdu, şimdi daha iyiye gidiyor"

Bir sonraki soru üzerine
karanlıktaki eşeklerin kötülüğü simgelediğini söyler.

"Svet-Ake'nin erkek çocuk istemesinin bir nedeni var mıydı?"
sorusu, "aile devam etmeyeceği için koca genelde kötü durumda kalır, benim de böyle bir kaç arkadaşım var, tam olarak kompleks değil ama içkiliyken yakınma şeklinde ortaya çıkıyor" yanıtı alır.

"Filmin sonunda bisikleti süren ayaklar kime aitti?"
sorusuna yönetmen "hayatın devam edeceğinin sembolüydü" yanıtı verir.

Bir izleyici
"Sovyetlerin dağılmasından sonra neler yaşandığını bilmemiz, sinema olmasa mümkün olmuyor, yazılmıyor çünkü..." der, sorar "Bu talanın halk tarafından geri kazanılmasının yolu var mıdır?" Yönetmen yanıtlar "Sovyetlerin dağılmasından sonra yaşanan, adil bir süreç değildi, halkın bilgisi yoktu, hisse senetleriyle ne yapacaklarını bilmiyorlardı, mafya ve sonradan gelenler bu boşluğu değerlendirdiler, aynı eğilim hem Akayev, hem de Bakiyev'de sürdü, iktidara gelenlerin amacı ceplerini doldurmaktı. Bu doğrultuda, şimdiki durumda halkın sahip olduğu nimetin dönmesi konusunda şüpheliyim. İktidarın bir çabası var ama şimdilik bu imkânsız..."

Söyleşi sonunda, salondan her iki dili de iyi bilen bir izleyicinin yardımıyla sürdürülen tercüme işi için karşılıklı teşekkürler edilir,
Aktan Arym Kubat alkışlanarak uğurlanır.

8 Nisan 2011 Cuma

30. İstanbul Film Festivali yedinci gününde "abla" üç film izler: Herşey Yolunda, Yaşam Şifresi, Şiir

Eve pofurdanarak gelip Kaybedenler Kulübü'nü beğenmediğini söylediğinin ertesi akşamı "abla"nın damadı, "bizim arkadaşlardan biri görmüş, beğenmiş" haberiyle gelir. Oğlanın 25 yaşlarında olduğunu öğrenen, -60'lı yılların sonlarında kendisi ile kızkardeşlerini, ilki 1940'ta çekilen klâsik müzikli animasyon filmi Fantasia'yı görmeye, Soma'dan İzmir'e götüren ebeveyninden miras- sinemasever "abla", "onun yaşına bir 5-10 yıl ekle, ben o zaman boyunca film izledim" diyerek damadın hamlesini savuşturur.



Yılmayan damat iki akşam sonra, gelir
"bu defa görüp beğenen arkadaş 38 yaşında..." der; "abla" yine üşenmez, filmi görmemiş, göreceğe de benzemeyen kızı ile damadına neleri beğenmedini bir bir anlatır: "Görmüş olsaydınız da film üzerinden konuşuyor olsaydık keşke..."
der, fotoğrafçı damadına, "...özetle damatcığım, nasıl sen çok fotoğrafa baktığında iyiyi ayırdedebiliyorsan, ben de bunca yıl film izledikten sonra zor beğenir oldum" diyerek sözlerini bağlar.

8 Nisan 2011
Cuma sabahı, olağan festival yürüyüşü için çıkışını, vizyona giren yeni filmleri saptamak amacıyla 20 dakika öne alan "abla" Cadde'ye varır, 13:30'daki boşluk için Yaşam Şifresi'ni işaretler, ilk filmi için Fitaş 1'e girer. Yerine yerleşir, yanındaki gence Kaybedenler Kulübü'nü izleyip izlemediğini sorar; izlemediği... yanıtını alan "abla" hızını alamaz, filmle ilgili olumsuz izlenimini olabildiğince detaylı biçimde aktarır, ilgisini çektiği, filmi merak eden genç izleyiciden, Kaybedenler Kulübü'nü gördükten sonra beğenme nedenlerini açıklayan bir yorum talep eder.

NTV Belgeseller Kuşağı'ndan, ABD 2010 yapımı Herşey Yolunda: Yönetmen Steven Soderbergh, katılan Spalding Gray... Monolog ustası, yazar ve sahne sanatçısı; kendini, hayatı gözlemlemeyi, yaşamaktan çok hayatı anlatmayı sevdiğini söyleyen, çok zekî, ti'ye aldığı yaşamın kırılganlığını gizleyemediği, farkındalık ve bilinç düzeyi yüksek sanatçı, bir kaç yıl boyunca tuttuğu günlükler sayesinde kendisiyle, sanatıyla ilgili keşifler yaptığını anlatır. Kendi yaşamından öyküleri anlatışındaki içtenliğe bakarak, -reenkarnasyona inanmayışı dışında-, kendisiyle özdeşleştirdiği özgün öykü anlatıcısı Spalding Gray, "abla"ya göre 2004'te intihar ettiğinde, annesinin 50'li yaşlardaki intiharının etkisi bir yana, dolu dolu yaşadığı Dünyada yapacak bir işi kalmadığını için gitmiş olsa gerek...

CineMajestik'in sokağına açılan kapısından girdiği -yeni- Mado'da öğle molası veren "abla" 13:30 seansında ABD Fransa 2011 yapımı Yaşam Şifresi'ni görür: Yönetmen, -Filmekimi 2009'da görüp çok beğendiği Sam Rockwell'li Moon'un yönetmeni, David Bowie'nin oğlu- Duncan Jones, oyuncular Jake Gyllenhaal, Michelle Monaghan, Vera Farmiga... Afganistan'da askerî harekât sırasında ağır yaralanan Colter, uyandığında kendisini sarsılarak giden trende, kendisine hayran hayran bakan Christina'nın karşısında bulur. Büyük bir patlamayla yeniden yer değiştirir, bu kez karşısındaki ekranda Yüzbaşı Goodwin, trendeki bomba ile ilgili bilgi almaya çalışmaktadır. Goodwin'in üstü doktor, "bir odanın ışığı kapatıldığında, mekânda çok kısa süre asılı kalan ışık gibi..." diyerek, ölüm sonrasında beyinde asılı kalan bilinçten söz eder. 8 dakika süren bu aralıkta Colter'dan, bombayı, bombacıyı bulması, sıradaki felâketi önlemesi beklenir.

"Abla" -Moon kadar değilse de- çok beğendiği filmin, sürprizini kaçırmamak için daha fazla açıklama yapmaz; bir de finaldeki durumu, kuantum fiziği kavrayışının kısırlığı yüzünden olacak, anlamadığından...

Güney Kore 2010 yapımı Şiir: Yönetmen Lee Chang-dong, oyuncular Yun Jung-hee, Lee David, Kim Hira... Nehirden cesedi çıkarılan ortaokul öğrencisi kızın, 6 ay boyunca altı okul arkadaşının tecavüzüne uğradığı için intihar ettiği anlaşılır. Beş baba ile -uzlaşma fikrine çekimser yaklaşan, Alzheimer sınırında- bir anneanne, acılı anne ile para ödeyerek uzlaşma yoluna giderler. Torun ve olaya karışan diğer oğlanlar, duyarsız, bencil yaşamlarını hiç bir şey olmamış gibi sürdürürken, ebeveynler, okul idaresi ve polis de hiç bir şey olmamış gibi konuyu örtbas etme yoluna gider.

Şiir yazma kursunda çocukluğunun ilk anısını anlatırken gözyaşlarına boğulan anneanne, ölen kıza duyduğu düşkünlüğe dair ip uçları verirken, daha sonra bir şiir okuma akşamında, kendisini bahçede ağlarken bulup nedenini öğrenmek isteyen şiirsever polisle ne konuşur?

Finalde, oğlanın başka kentte yaşayan annesi, birkaç saat önce polisin götürdüğü oğlunun ardından, annesinin de olmadığı boş eve girer. Anneanne, ölen kız anısına yazdığı şiirle birlikte, bir demet çiçeği, şiir kursu öğretmeninin kürsüsüne bırakmıştır. Dünyanın bu köşesinde (Güney Kore), duygularını kolayca, rahatça ifade edemeyen insanlar çevresinde yaşanan irili ufaklı olaylar, belki, görünürdekinden çok daha büyük acıların minicik ipuçlarını taşır.

7 Nisan 2011 Perşembe

30. İstanbul Film Festivali altıncı gününde "abla" iki film izler: Canım Komşularım, Yeni Yıl

7 Nisan 2011 Perşembe sabahı saat 8:00'de olağan yürüyüşüne geçen "abla"nın amacı, kendisiyle kahvaltı etmek isteyen sevgili arkadaşıyla Taksim'de, festival tâkının dibindeki, teknik adıyla muhallebicide buluşmak. Çok hoş bir sürpriz; arkadaşının, "abla"nın doğum haritasını çıkarıp kendine yaptığı yolculukta epey yol almasını sağlayan eşi, çok meşgul iş yaşamına bir parantez açıp katıldığı güzel kahvaltıyı, güzelim sohbetiyle renklendirir.

Kanada 2010 yapımı Canım Komşularım: Yönetmen, -"abla"nın bir önceki festivalde izleyip bayıldığı Trotsky'nin yönetmeni- Jacob Tierney, oyuncular: (Trotsky'yi oynayan) Jay Baruchel, Scott Speedman, Emily Hampshire, Xavier Dolan... Montreal'de bir apartman dairesinde iki sevgili kedisi ile yaşayan garson Louise'in komşuları, kötürüm Spencer, yeni taşınan öğretmen Victor, hayattan, kedilerden nefret eden alkolik kadın, dedikoducu apartman yöneticisidir. Kurbanlarını, -son kurban Louise'in iş arkadaşıdır- öldürüp tecavüz eden seri katili ürkerek izlemekte olan garson kız, sevgili kedileri komşusu tarafından zehirlenerek öldürüldüğünde bir kopya cinayet planlar. O ara, gecenin çok geç saatinde şaşırtıcı bir gelişme olur, evine yangın merdiveninden dönmeye çalışan Louise, iki ayağı üzerinde zıpkın gibi duran Spencer ile karşılaşır! Kara komedi gerilim türü film, sonunda Louise'in tavşana kaç, tazıya tut tavrıyla, olabilecek en iyi çözüme ulaşır. Yine de, bir "sperm" meselesi vardır ki, "abla"nın içine pek sinmez.

Norveç-Almanya-İsveç 2010 yapımı Yeni Yıl: Yönetmen Bent Hamer, oyuncular Arianit Berisha, Sany Lesmeister, Nadja Soukup... Yeni yıl arifesinde Bosna'da, eve ufak bir çam götürme sevdasına düşmüş küçük oğlan ile onu aramaya çıkmış annesini vurmaktan son anda cayan Arnavut sniper yıllar sonra yılbaşında bir gece, sığındıkları küçük bir Norveç kasabasında, sevip birlikte kaçtıkları Sırp gencinden bebek doğurur. Silah zoruyla doğuma götürülen doktor o gece, eşini çok sevdiği hisseder, bebek sahibi olma kararı alır. Yeni erkek arkadaşıyla mutlu eski eşin kapı dışarı ettiği bir baba, Noel Baba kılığında eve girer oğluna sıkı sıkı sarılır. Çok yaşlı bir karı koca, uzun yıllar önce kaçırdığı bir penaltıyı hazmedemeyip kasabayı terkeden oğullarını beklerken, oğulun yorgun kalbi yolda trende durur. Hem karısını hem de kendisini sevdiğini söyleyen adamın hediyesi şalı boynuna takıp Noel ayinine kiliseye giden, ailenin yanına oturan metres, adamın, aynı şalı takmış eşine eşarbınız ne güzel diyerek iltifat eder...

Birbirine, yüreklere dokunarak gelişen insan öyküleriyle güzel Yeni Yıl, "abla" ile kızkardeşinin klâsik festival filmi diye isimlendirdikleri formatta; laser altyazılı, vizyona hazır.

6 Nisan 2011 Çarşamba

30. İstanbul Film Festivali beşinci gününde "abla" üç film izler: Kray, Batı Batıdır, Kadının Fendi

6 Nisan 2011 Çarşamba, "abla"nın ilk filmi Rusya 2010 yapımı Kray: Yönetmen Alexey Uchitel, oyuncular Vladimir Mashkov, Vyacheslav Krikunow, Anjorka Strechel... Kray, taygada, vatan hainlerini barındıran, kaçacak yer olmadığından tek kollu kamp komutanıyla senli benli olunmuş, "abla"nın lisenin ilk yazında okuduğu, A. Soljenitsin'in bir kaç ciltlik romanı Gulag Takımadaları'nda anlatılanlardan biraz farklı, çalışma kampından çok köy havasında bir yer. İkinci Dünya Savaşı sonunda yaşanan olayların kahramanları ise, görevleri, mahkûmların kestiği tomrukları taşımak olan, birbirinden harap üç tane lokomotif... Kar altında küçük köyün kadınlı erkekli bir avuç nüfusu, her rahatsızlığı ev yapımı alkolle sağaltan alkolik doktor, savaşın başında Almanya'da bir bombalama sırasında ölen annesinden alınıp büyütülmekte, ısırmayı seven küçük oğlan, dört yıl adada yaşayan savaştan habersiz genç Alman kadın, çevrede gezinen pişkin ayı, aşevinin köpeği, kadınlar barakasının kedisi... ortasında üç makinist hayata döndürdükleri hurda yığınlarıyla kapışır, yarışırlar. Toplama kampı trajedisi içinde, eğlenceli anlatımıyla son derece sevimli bir parantez.

Bunca zaman sonra "abla"nın halâ tebessümle hatırladığı 1999 yapımı Doğu Doğudur'un devamı, İngiltere 2010 yapımı Batı Batıdır: Yönetmen Andy De Emmony, oyuncular Om Puri, Aqib Khan, Linda Bassett... Pakistanlı Cihangir Khan, ergenlik krizi ile, okulda, kökeni yüzünden uğradığı -kafasının klozete sokulması türünden- tacizler arasında sıkışmış oğlunu alır, Müslümanlığı öğrensin, kökleriyle barışsın niyetiyle, 30 yıl önce genç bir kadınken kızlarıyla terkettiği karısının yanına, köyüne döner. Başta uyum sağlamayı reddeden Sacit, akranı bir oğlan, bilge bir komşu, uzun zaman önce gelip buraya yerleşmiş ağabeyinin etkisi, -babasının eski eşine duyduğu suçluluk yüzünden yaptırdığı- yeni ev inşaatının uzaması sonucunda çevreye de, duruma da alışır; öyle ki komşu köyden, Nana Mouskouri hayranı ağabeyine, şarkıcıya çok benzeyen, İngiltere'den memlekete evlenmeye gelmiş bir diş teknisyenini ayarlamayı becerir.

Kocasının dönüşü uzayıp bankadaki para da suyunu çekince neler olup bittiğini anlamaya Pakistan'a gelen iki numaralı bayan Khan ile 30 yıl beklediği kocasını artık sevmediğini anlayan, her iki kadının kendi dillerinde konuşarak anlaştıkları güzel sahneden sonra aile, yeni evlilerin katılımıyla İngiltere'ye döner. Birbirinden çok farklı kültürlerin, Dünyaların çarpışmasıyla parlayabilecek yangın, Cihangir'in sonuçtaki sorumluluğunu kabulü, sevgi ve iyiniyet yardımıyla söndürülür. "Abla", görülesi filmi beğenir.

Gerçek kişiler, gerçek görüntüler, gerçek olaylar; burada kimse artislik yapamaz! sloganıyla NTV Belgesel Kuşağı'ndan muhteşem bir film, İngiltere 2010 yapımı Kadının Fendi: Yönetmen Nigel Cole, oyuncular Sally Hawkins, Bob Hoskins, Miranda Richardson... "Abla"ya kalırsa, -İsveçli kanser uzmanı Carl Johan Calleman'ın Maya Takvimi ve Bilincin Dönüşümü kitabında anlattığı- Dünyayı ışıldatan son yüksek bilinç dalgasının etkisiyle 1968 Mayıs'ında, İngiltere Dagenham'da, Ford araba koltuklarının kılıflarını diken (55 000 erkeğe karşılık) 187 kadın işçi, "eşit işe eşit ücret" talebiyle bir günlük grev yaparak bir hareket başlatırlar. Aralarından birinin kocasının intihar ettiği zahmetli günlerden birinde, ev işleri üzerine kaldığından canı sıkkın kocasının, içki içmediğini, kendisini ve çocukları dövmediğini, başka kadınlarla yatmadığını söylemesi üzerine, hareketin temsilcisi Rita O'Grady "bunları birer lütuf gibi söylüyorsun" der, "bunlar zaten olması gereken şeyler..."

Sendikanın üçkağıtları, işverenin
fabrikayı başka yere taşıma tehdidi türünden olumsuzluklara karşın, İngiltere'deki patronun eve kapatılmış yüksek öğrenimli karısı, büyütülürken
annesinin sıkıntısına tanık olmuş fabrika müdürü, kızıl kadın bakan gibi, doğru zamanda doğru yerde olan insanların yardımıyla, ilk pazarlıkta erkeklerin ücretine %92 oranında yaklaşan kadınlar, iki yıl sonra 1970 Mayıs'ında eşit işe eşit ücret'i yasallaştırırlar.

Filmden önce bakan Barbara Castle'ı oynayan
Miranda Richardson sahneye gelir, "hepinizin koltuklarınızda çok rahat oturduğunuzu görüyorum, lütfen uyumayın," der, "...burada olmaktan mutluyum, her şeyi çok beğendim, trafik hariç... " diye ekler, "filmi yaparken çok eğlendik, umarım siz de beğenirsiniz."

Laser altyazısı döşenmiş film, "abla"ya göre, beğeniyi alnının akıyla hakeder.