8 Mayıs 2015 Cuma

İzin günlerinde “abla”, iki film görür: CitizenFour ve Limonata


Kirpi yavrusunu pamuğum diye severmiş lafını ikide bir tekrarlayarak bir tür özeleştiri içinde görünse de “abla”, torununun doğumuyla klasik anneanne kılığına bürünmekte hiç gecikmez; hatta damadına, önüne gelene gösterip hikâyesini anlatabileceği cüzdan boyu bir torun fotoğrafı sipariş eder.

Bu arada, Dünya’daki üçüncü ayını şen şatır sürerken, dedesinin, Nisan yağmurları yeşili, erguvan pembeli parka taşıdığı oğlan ile anası, aynı zaman diliminde “abla”yı izinli sayarlar: Epeydir sinemada yeni bir söz, fikir yok diyerek festivalleri izlemeyi boşlamışsa da “abla”, İstiklâl Caddesi’ne yürüyüp bir de film görüp dönmekten pek hoşlanır.

34. İstanbul Film Festivali NTV Belgesel Kuşağı’ndan, -yurttaşlık yasasının dördüncü maddesi ya da (okunuşu yüzünden) yurttaş için anlamına ve üst düzey CIA analizcisi Edward Snowden’ın takma adından ötürü- Citizenfour, ödül çelenkleri afişine zor sığan bir belgesel. Filmin “abla” için önemi, Yeni Dünya’yı kurmakta olan –Gezi Parkı gençleri türünden- Yeni İnsanlardan, pırıl pırıl bir tanesinin alabildiğine duru bir cesaretle, içinde bulunduğu entrikayı açıklamaya karar vermiş olması: 11 Eylül’ü bahane edip vatandaşını koruma –sahte- vaadiyle sıkı takibe alan ABD’nin, işi sanayi, iş yaşamı, ticaret vs. sırlarına dek genişlettiğinin sezildiği hukuk dışı tavrın kanıtlarını, kendisi kadar risk almış gazetecilere kamera önünde teslim ederken, küçük bir notla “iş için gittiğini…” belirttiği yaşamı tümden değişecek olan Snowden, “abla”nın beklediği gibi bir model yaratır. Belgeselin sonunda, -Nisan’da katıldığı Kryon İstanbul Semineri’nde konuşan şaman, felsefeci, astrolog Michelle Karen’in, sonbaharda açılacak portallerle, bizlerin çabalamasına dahi gerek kalmaksızın gizliliğin ortadan kalkacağını bildirişine örnek gibi- büyük ihtimalle yine bir Yeni İnsan, ekibe bir başka ifşaat için başvurur. ABD, Almanya 2015 yapımı filmin yönetmeni Laura Poitras, oyuncuları, Edward Snowden, Glenn Greenwald, Jacob Appelbaum...

İkinci izin günü için eğlenceli bir film seçen “abla” Limonata’yı görmek üzere 11:30’lu bir ilk seansı hedefler, bir saat önce de yürüyüşe geçer. Bilet için gişeye yanaşırsa da “abla”ya nazikçe, biraz beklemesi, tek kişi olduğundan bu seansın iptal edilebileceği bildirilir; öyle de olur, seans saatine dek başka gelen olmadığından –yaz geldi ya, açıklaması, özrü ile- kendisine birkaç bina aşağıdaki diğer sinema önerilir. Orada ilk seans 12:00’dedir ama iptal durumunda geri alınmak üzere kendisine bilet kesilebileceği bildirilir. Seans saatinde “abla” halâ bir kişidir; gişeye gider, gösteri için en az iki kişi gerektiğini öğrenir, bir bilet daha alır. İkincisini herhangi birine verilsin diye gişeye bırakmaya niyeti, girişte iki bileti kestirmesi gerektiği bildirilerek engellenir. Nihayet içeri geçen “abla”, yer gösterici ve makinist birkaç kişi tarafından heyecanla karşılanır; 2. Salona doğru yol alırlarken duyurduğu, mümkünse ara vermeyelim talebi hoşgörüyle karşılanıp yerine yerleştirilir.

Gayretinin karşılığını alan “abla” filmi çok beğenir: Türkiye 2014 yapımı Limonata’nın yönetmeni Ali Atay, oyuncuları, Ertan Saban, Serkan Keskin, Ciguli, Luran Ahmedi... Kimsenin bilmediği kardeşinden helâllik almak isteyen babasının son arzusu için Makedonya’dan İstanbul’a, külüstür arabasıyla 800 km yol tepen Sakip, dedelerinin adını taşıyan Selim’in “piç”liğinden gelen sert tepkisiyle karşılaşır. Zoraki biçimde ikna edilip ölüm döşeğindeki babaya giderken, patlayan lastik yüzünden -Ciguli’nin vefatından önceki son rolü, oto tamircisi- bir Çingene düğününe katılır, para taktıkları geline hediye edilmiş bir çift araba lastiğini alır kaçarlar. Kaşkaval sohbeti sahnesine “abla”nın çok güldüğü filmdeki doğallık, üstün oyunculuk –durgun ifadesiyle Ertan Saban muhteşem!-, Fatoş ile Suat’ın -tam olması gerektiği gibi- gerçeküstü telefon görüşmesi, doğaçlama tadında diyaloglar. Geri planda, bir afişte Kan Limonata Değildir sloganı ile Makedonya’nın trajedisi. Güzel filmi “abla”, güzel film görmek isteyenlere hararetle önerir.

28 Ekim 2014 Salı

“Abla”nın, bilgeliğin izini sürerken sinemadan izler yakaladığı üç kitap: Şairin Romanı, Sevdalım Hayat, Tasavvufi, Batini, Ezoterik Öğretilere Göre Kur'an-ı Kerim'in Gizli Öğretisi.


 

Metis Yayınları, 2011, Murathan Mungan, Şairin Romanı, s.509’dan: “…Nasıl kadim taşlar yüzyıllardan beri yerkürede olup bitenlerin kaydını tutuyorsa, tılsımlı Toteh kristalleri de insanların kişisel kayıtlarını tutar, onların duygularını, düşüncelerini, anılarını, hayallerini saklardı. Her kristal sahibiyle algısal ilişkiye geçtiği için, kendisine bir başkasının dokunması halinde bu algı bulanır, kirlenir, hatta kimi zaman hasara uğradığı olurdu. Onu arada bir zamanın tozundan, kötü hatıraların biriktirdiklerinden temizlemek gerekir; bunun için belli aralarla yanardağ külleriyle ovulup, açık denizlerin tuzlu suyuyla yıkanıp, ay ışığından geçirilerek arındırılırdı…”

Kristallerin, akaşik kayıtları –Levh-i Mahfuz- sakladığını fikrine pek aşina “abla”ya, kitaptaki kar kızağı Roasanayma, Orson Welles’in 1941 yapımı filmi Yurttaş Kane’den bir başka kızağı Rosebud’ı; muhteşem rüya terbiyecileri bölümündeki detaylar ise Steven Spielberg’in, -Philip K. Dick’in kısa öyküsünden uyarlanmış- çok beğendiği, 2002 yapımı Azınlık Raporu’nu hatırlatır.

Remzi Kitabevi, 2007, Ömer Zülfü Livaneli, Sevdalım Hayat, s.253’ten: “…Türkân Şoray’ın önerisi bir karar almama neden oldu. Evet, film yapacaktım. O güne kadar filmlerine müzik yaptığım yönetmenlerle hep çatışmıştık. Gerek Helma Sanders gibi yabancı yönetmenlerin, gerekse çalıştığım Türk yönetmenlerden bazılarının aşırı duygusallığa bir eğilimi vardı. Bazı sahneler bana çok melodramatik ve ağdalı geliyordu. Bu sahneleri müzikle daha da duygusal hale getirmek istiyorlardı. Oysa ben böyle ‘melo’ sahneleri ters bir müzikle kırma ve yabancılaştırma eğilimindeydim. Bu noktada yönetmenlerle çatışma çıkıyordu. Kendi filmimi yapmak ve istediğim yoruma ulaşmak çok çekici bir şeydi.

Müzikte edebiyatta ve filmde deyim yerindeyse ‘mesafeli’ bir anlatımı yeğliyordum. Bilinçli bir karar değildi bu. Yapım böyleydi; daha doğrusu içimden bu geliyordu. Günlük yaşamda bile, abartılı hareket eden birini gördüm mü onun yerine beni bir utanç kaplıyordu. Şarkılarım duyarlıydı ama hiç birinde hıçkırıklı bir acı ya da göbek atan bir sevinç yoktu. Bir buzdağının ucu gibi, o duyguya ait alçakgönüllü ipuçları vermeyi yeğliyordum. Ötesi kişinin çağrışımlarına kalmıştı…”

Derin saygıyla okurken, aynı zamanda yaşamış olmaktan onur duyduğu, sinemada müzik kullanımına ise yerden göğe katıldığı bu muhteşem insanın son satırları, “abla”ya göre gerçek bir bilge oluşunun kanıtıdır: “…Sonunda “ben” dediğim varlığın, kozmik sonsuzlukta bir an yanıp sönen bir ateşböceği bile olmadığını öğrendim.”

2005, ABD yapımı Constantine’de Keanu Reeves bir sahnede, kendisine kapıyı açana “kiizmet!” diyerek bir açıklama yapar; cümlenin gelişinden anlaşılır ki kısmet sözcüğü, içeriği bu kültürde hiç anlaşılamamıştır. Sınır Ötesi Yayınları, Ergun Candan, Tasavvufi, Batini, Ezoterik Öğretilere Göre Kur'an-ı Kerim'in Gizli Öğretisi s. 490’dan: "Kısmet sözcüğünü biraz açmak istiyorum… Batı dilinde kısmet sözcüğüne rastlanmaz. Tevrat ve İncil'de de böyle bir kavram bulunmaz. Sadece şans vardır. Şans başka bir şey, bir işin kısmet olması başka bir şeydir. Kısmette çok şuurlu bir hareket söz konusudur... Sizin gidişinizin liyakatine göre bir karşılığı size veriyorlar manası vardır. O sizin dışınızda gerçekleşen bir olaydır ama içinde sizin çabalarınızın ve niyetinizin karşılığı bulunmaktadır. Yani kısmet sizin ayağınıza kadar getiriliyor ama sizin çabalarınızın sonucunda uzatılan bir yardım eli gibi…

Kısmet meselesi tamamen kozmik bir himaye ve rehberlik mekanizmasının bir fonksiyonundan ibarettir. Birçok üstün zekânın, yüksek seviyeli, gelişmiş varlığın, yaşam planımızın içindeki hedeflerimize ulaşabilmemiz için gösterdiğimiz çabalara paralel bir yardım mekanizması tarzında çalışır. 

Kısmetli olmak demek himaye altında bulunmak demektir. Ama bu himayeyi hak etmek şarttır. Oturduğumuz yerde bir himaye altına girebilmemiz mümkün olamamaktadır…"

 

Doğan Kitap yayını, Jean-Christophe Grange, Kaiken: s.126; “…Etrafındaki rıhtım boştu. Su simsiyahtı. Arada bir, asla yakalayamayacakları umutsuz bir şeyin, sonsuz gençlik hayalinin peşinde koşan joggingciler geçiyordu…”

s.153; “…Passan oğluna yeni baştan çalmasını söyleyecekti ki çocuğun ayaklarının yere değmediğini fark etti. Bu tek bir ayrıntı bile çocuğun kırılganlığını –ve mücadelenin eşitsizliğini- göstermeye yeterliydi…”

s.220; “…Aslında etraf, penceresiz bina cepheleriyle, apartman avlularıyla ve bir bahçıvanlık fuarının stantları kadar ürkütücü küçük bahçeleriyle doluydu…”

s.239; “…-1970’li yıllarda Stevie Wonder bir basın toplantısı düzenlemiş. Toplantıya katılan gazetecilerden biri ona, kör olarak doğduğu için üzgün olup olmadığını sormuş. Stevie Wonder kısa bir duraksamadan sonra cevap vermiş: “Çok daha kötüsü de olabilirdi. Siyah olarak da doğabilirdim.”…”

s.335; “…Tepelerinde ise, bir balık ağı gibi Tokyo göğünü karelere bölen kablolar ve elektrik telleri vardı. Uzun süre bu ileri teknoloji cennetinin enerji ve iletim konusunda neden Uzak Batı evresinde kaldığını ve elektrik direkleri kullandığını düşünmüştü. Cevabı çok basitti: Deprem ülkesinde, kabloları yeraltına indirmek ve en ufak bir sarsıntıda kısa devre riskini göze almak söz konusu olamazdı…”

s.364; “…Sorun, bu noktaya neden gelindiği. İbranilerin On Emir’i gibi, Japonların da bu eski kuralları neden benimsediği. Çünkü bu bizim içimizde Olivier-san. Yüzyıllardan beri. Oldum olası. Bizleri genlerle belirlenmiş bedenler dünyaya getirir, ama çok daha derine inersek düşüncelerden yaratılırız…”

 

…sonsuz gençlik hayalinin peşinden koşmak, ayakların yere değmemesindeki eşitsizlik anlatımındaki derinlikli gözlem ile bahçıvanlık standı benzeri bahçeler ve Stevie Wonder’ın yanıtındaki mizah, Jean-Christophe Grange’ı, “abla”nın polisiye yazarlar listesinin başlarına taşır. Hatta Japonya gezisinden bu yana aklını kurcalayan soruya, s.335’te, -“…Hanım rehberin "Kobe'de elektrik telleri, ana arter dışında, ara sokaklarda makarna gibi sallanır" diyerek dikkat çektiği, "abla" grubunun "çatılara üç beş maymun poposu eklesek Hindistan'da gördüğümüzün aynı olacak" dediği manzara, Japonların, mimaride, alt yapı teknolojisinde Dünya'daki yerlerine bakıldığında anlaşılması zor bir durum…”- gayet doyurucu bir yanıt alır.

 

İçerdiği konuda detaylı bilgi de veren kitapları yanı sıra, izlemiş olduğu Kızıl Nehirler ile gayet ezoterik Taş Meclisi filmine hayran kaldığı Grange’ı “abla” gözünde bilgelik mertebesine yükselten ise s.364’teki paragrafın son sözleri: “…ama çok daha derine inersek düşüncelerden yaratılırız…”

19 Nisan 2011 Salı

30. İstanbul Film Festivali ardından "abla", alçakgönüllü bir yıldız listesi yapar.

30. yılında, festivalde gördüğü 35 filmi kataloga, fosforlu yeşil kalemle işaretlemekteyken, geçen yıllarda izlediği filmleri de pembe ile çizen "abla" -kısa hafızasına karşın, aralarında Avrupa, Öldürme Üzerine Küçük Bir Film, Edmond, Kanlı Düğün, Mavi Kadife, Narayama Türküsü...- otuz civarı tanıdık, kendisinde iz bırakmış filmi hatırlar.

Ardından, 30. Film Festivali'nde gördüğü filmler arasında en beğendiği
yedi filmi sıralar:

Yağmuru Bile,

Yaşamın Ritmi,

Daha İyi Bir Dünyada,

Flamenko Flamenko,

Ekonomanyak,

Kadını Fendi,

Anneler.

17 Nisan 2011 Pazar

30. İstanbul Film Festivali son gününde "abla" üç film izler: Yağmuru Bile, Morg Görevlisi, Daha İyi Bir Dünyada

17 Nisan 2011 Pazar, festivalin son günü sabahı Fitaş 4'ün fuayesindeki patlamış mısır kokusu yüklü yağlı kalın sisi yarıp kendini salona atan "abla" ile kız kardeşi izledikleri filmin title'ı akarken bir ağızdan "festivalin en iyi filmi!" derler.

İspanya-Fransa-Meksika 2010 yapımı
Yağmuru Bile: Yönetmen Icíar Bollaín, oyuncular Luis Tosar, Gael García Bernal, Juan Carlos Aduviri... Muhteşem senaryosunu Ken Loach'un senaristi Paul Laverty'nin yazdığı, İspanya'nın 2011 Oscar adayı film, Kolomb ve işgalcilerin aç gözlülüğünü anlatan bir film yapmak üzere Bolivya'ya gelen sinemacıların, Kolomb'dan 500 yıl sonra, bu kez altın değil suyun peşindeki egemenle çatışan yerlilerin trajedisine tanık ve ortak oluşlarını anlatır.

Günde 2 dolarla yaşamlarını sürdürmeye çalışan yerel halkın, kendilerinden yılda 450 dolar su vergisi ödemelerini isteyip, yağmur suyunu bile biriktirmelerini yasaklayan Amerikan şirketine direnişinin, işbirlikçi iktidarın taşa karşı mermi kulladığı çatışmalarda ölümlere, sakat kalmalara neden olan, Kolomb'unkiyle içiçe örülmüş harika hikâyesinin, Cochabamba Kasabası Belediye binasında geçen muhteşem sahnesi, filmin, "abla"nın, yıldız listesinin
-tartışmasız- birinci sırasına oturmasını sağlar.

Laser altyazılı film vizyona hazır!


Şili-Meksika-Almanya 2010 yapımı
Morg Görevlisi: Yönetmen Pablo Larraín, oyuncular Alfredo Castro, Antonia Zegers, Jaime Vadell... İki yıl önceki festivalin Altın Lale ödüllü filmi -sevimsiz- Tony Manero'nun baş oyuncusu Alfredo Castro, bu kez Allende iktidarının son günlerinde, başkentteki küçük evinin karşısında oturan dansçıya âşık, yalnız morg görevlisi rolünde. Kalabalık asker grubu önünde Allende'nin cesedine otopsi yaparken, başının teknik olarak hedef tahtası olarak kullanıldığı saptaması yapan doktor ile çalışan Mario, doktorun asistanı ile cesetlerin yığıldığı koridorda halâ hayatta birini kurtarırlarsa da, kurbanın ikinci kez öldürülmesine tanıklık etmeleri gerekir.

Babası ve kardeşi askerler tarafından götürülen, askerlerin vurduğu köpeğini tedavi ettiği dansçıya yardım eden Mario, kadının, saklandığı yerde sevgilisiyle buluşmasına dayanamaz; her ikisini, saklandıkları duvar girintisine,
-çıkmaları engelleyecek biçimde yığdığı eşya ile- gömer.


Danimarka 2010 yapımı, Kapanış Filmi Daha İyi Bir Dünyada: Yönetmen Susanne Bier, oyuncular Ulrich Thomsen, Trine Dyrholm, Mikael Persbrandt... Festivalin en iyi filmlerinden bir diğeri, Türkçe afişleri Atlas fuayesini süsleyen Daha İyi Bir Dünyada, annesini kanserden yitirince öfkesini babasına yönelten 12 yaşındaki oğlanla, -Afrika'daki bir mülteci kampında aralıklarla hizmet verirken yokluk, yoksulluktan çok zorbalıktan bezgin doktorun oğlu, okuldaki zorbalıkla baş edemeyen- sınıf arkadaşının öyküsünü anlatır.

Danimarka'da da, Afrika'da da zorbalığın rengi aynıdır.

16 Nisan 2011 Cumartesi

30. İstanbul Film Festivali onbeşinci gününde "abla" iki film izler: Amador, Değirmen ve Haç

16 Nisan 2011 Cumartesi sabahı, her ne kadar önceki yıllara oranla rekor sayıda düşük film izliyor olsa da, zamanı dar "abla", dönmeden buluşmak isteyen sevgili arkadaşlarından biriyle, Arabiko'nun masa üzerindeki kaşar tabağına hamle yaptığı, kara kadife kulağı -bizzat "abla" tarafından- fiskelenince kanepeye döndüğü, güzel kahvaltı sohbetinde buluşur.

Civarındaki boylu poslu binaların hangi aralık yükseldiğini anlamadığı Beşiktaş pazarı tıkanıklığını aşıp; ilk filmi için Atlas'a yönelen "abla", iş görüşmesi için İzmir'e gitmeye niyetlenip, iki kez inemeyen uçakla,
-kısmet!-, Bodrum'a inen, İzmir'e ulaşmak için birkaç kişiyle tuttukları taksinin şoförünün önerisiyle Milas'ta köfte molası veren sevgili arkadaşıyla sinemaya girer.

İspanya 2010 yapımı
Amador: Yönetmen, -"abla"nın beğendiği Güneşli Pazartesiler'in de yönetmeni- Fernando León De Aranoa, oyuncular, -Madeinusa ve Acı Süt'ten tanıdık, sevildik- Magaly Solier ile Celso Bugallo, Pietro Sibille... Göçmen Marcela, çiçekçilik yapan kocasıyla hazırladıkları buketleri taze tutmak amacıyla koydukları buzdolabı bozulunca, yenisinin peşinatını zor denkleştirebildiklerinden, taksitler için yaşlı, yatalak Amador'a bakmaya başlar.

Deniz ile göğü tamamlamanın zor olduğunu
söyleyen, puzzle meraklısı Amador, Marcela'ya, yaşamın puzzle gibi olduğunu, gelirken resmi tamamlayacak tüm parçaların elimize verildiğini, doğru yere doğru parçayı yerleştirmenin ise bizim seçimimiz/sorumluluğumuz olduğu anlatır. Dostlukları gelişirken, her perşembe görmüş geçirmiş bir fahişenin de ziyaret ettiği Amador, buzdolabı parası denkleşemeden ölür. Parasını tam alabilmek için ölümü ailesine haber vermeyen Marcela, bir zaman sonra kızının gelişiyle paniğe kapılırsa da, yaptırdıkları inşaatı tamamlayabilmek için babasının emekli maaşına ihtiyaç duyan kızı, Marcela'dan işine devam etmesini ister. Yoksulluk, ölüm, Tanrı'ya inanç üzerine eğlenceli bir film...

Polonya-İsveç 2011 yapımı
Değirmen ve Haç: Yönetmen Lech Majewski, oyuncular Rutger Hauer, Charlotte Rampling, Michael York... Filmden önce perde önüne, İsveçli ortak yapımcıyla gelen yönetmen Lech Majewski, "bilgisayar grafikleri yapan arkadaşlarla ince ince çalıştık" diye anlatır, "tablodaki alanları yaratabilmek için yedi farklı perspektiften yararlandık, her bir karenin ortalama 40 katmanı var, dolayısıyla çok etkileyici oldu, sürekli kontrolle, çok dikkatli çalıştık, resmi hayata geçirebilmek için büyük sıkıntı çektik, yarım bir ağaç var diyelim, tamamlayıp boşluğu doldurmak gerekti" Film gösterimine geçilmeden önce, tercüman, yönetmenin aynı zamanda ressam da olduğunu, boyamaları kendisinin yaptığını söyler.

Flaman ressam Pieter Bruegel'in, 1564 tarihli Çarmıha Gidiş adlı tablosu "içinde" geçen film, Aziz Simon'un annesi ve arkadaşları, kasabanın zengin tüccarı, köylüler, dinî, askerî 500 karakteri tanıtır; çarmıha gerilme öncesi ve sonrası, dimdik bir kayanın tepesine kurulu değirmenin ürkütücü gölgesinin düştüğü köyde yaşayanları, yaşantılarını anlatır.
Resmini nasıl kurduğunu, en önemli öğeyi tam ortaya koyup sonra da nasıl gizlediğini anlatan Bruegel, yaşamını sürdürmekte köylülerin ortasında gelişen çarmıha germe için, "demek herşey, herkesin gözü önünde olup bitiyor" derken, Aziz Simon'un mağaraya taşınmış bedenine bakan annesi, "karnımda ilk kıpırdadığı anda Dünyaya gelişinin bir anlamı olduğunu, ışık getireceğini biliyordum" diye sessizce ağlar.

Film sonrası,
3 yıl önce Camdan Dudaklar filminin tanıtımı için aramızdaydı denilerek perde önüne davet edilen yönetmen soruları yanıtlar:

Sinema TV mezunu olduğunu söyleyen izleyici, "bir tablo inceleyen filmi dolayısıyla aklıma geldi" der, "Greenaway sinema ölüdür demişti, bu konuda ne düşünüyorsunuz?" "Her sinemacının yöntemi farklıdır," diye yanıtlar yönetmen, "ortak tema, tablo, suç, savaş olabilir. Ben kırk yıl düşünsem Bruegel tablosu üzerinden teknik olarak böyle film yapacağım aklıma gelmezdi; Inception, Karayip Korsanları, Avatar filmlerini yapanlar gelip tebrik ettiler, onların bütçelerinin binde biri ile bu filmi yaptığımız için, bu hayâl gücüdür, sinema bir resimle başlar."

Filmi çok beğenerek izlediğini
söyleyen izleyici, finaldeki dans sahnesi ve tablonun müzedeki görüntüsünün anlamını merak eder; "bunu ben de bilmek isterdim" der yönetmen, "yaptığım herşeyi de biliyorum anlamına gelmiyor; dans Bruegel'in yorumu, insanlar büyük travma sonrası dans edebilirler, yaşamı kutsayabilirler. Müzedeki resimli final ise, herşey resimden ibaret..."

"Bruegel'in bu tablosunu film yapma fikri nereden geldi?"
sorusu, yönetmence "Bruegel'den kaynaklandı," yanıtı alır, "öğrenciliğimde, her gidiş dönüşümde izlerdim. İkarus'un Düşüşü tablosunda da olduğu gibi, soyutlama gücüne, gerçeği, günlük yaşamın içine, ortasına gizlemesine hayranlık duyuyorum. Amerikalı sanat tarihçisi Michael Gibson, yazıp bana yolladığı kitabında Bruegelvâri bir yaklaşımım olduğundan söz eder. 500 ayrı figür, tümüyle düzlük Flaman toprağında, tablonun dikey aksına yerleştirdiği kayalığın tepesindeki değirmen Bruegel'in soyutlaması. İtalya'ya gittiğinde, kayalıkları görür, çatlaklarıyla insan bedenindeki yaralar arasında İncilvâri bir paralellik kurar."

"Bu bence, olağanüstü, devrimci bir film"
der bir diğer izleyici, "Bruegel'in örümceğin ağını örüşündeki incelikle... 1500 yıl arayla Beytüllahim ve Avrupa... Finalde resmin gösterilişini anlamlı buldum, müzeler bellektir."

Halkın kurtarıcıya değil Simon'a baktığını
söyleyen başka bir izleyici sorar, "Bergman'ın 7. Mühür filmi geldi aklıma, yedi kişinin ölüme gidişi aynı dinginlikle işlenmişti, esinlenme var mı?" "Evet, tahmininizden fazla..." olur yönetmenin yanıtı ve ekler "halkın İsa'dan çok Simon'a bakması Bruegel'in stili, çok açık anlatmamak için böyle yapıyor."

15 Nisan 2011 Cuma

30. İstanbul Film Festivali ondördüncü gününde "abla" iki film izler: Chico ile Rita ve Bir Kadın Meselesi

15 Nisan 2011 Cuma günü "abla"nın ilk filmi, 2010 Hollanda Canlandırma Festivali Büyük Ödülü almış bir canlandırma; İspanya-İngiltere 2010 yapımı Chico ile Rita: Yönetmenler Fernando Trueba, Javier Mariscal, Tono Errando, seslendirenler Limara Meneses, Emar Xor Oña, Mario Guerra...

Küçük grubuyla bir kaç yıl önce
-"Fidel ölmeden..." fikriyle- ziyaret ettiklerinde çok etkilenen "abla"nın, -Hindistan için de dediği gibi- "bir başka ülke değil, başka bir gezegen!" Küba'da, 1948'de başlayan, şarkıcı, dansçı Rita ile yetenekli piyanist Chico'nun aşkı, eski Türk filmlerindeki gibi, içki, araya giren kadınlar, her ikisi üzerinden para kazananların entrikaları yüzünden kesintilerle sürer. Sevgililer bir araya geldiklerinde, aradan, sevgilerini hiç de azaltmayan 40 küsur yıl geçmiştir. Amerika'da bir dönem -bir yıldız için bile- siyah olmanın anlamı, Küba'nın devrim öncesi ve sonrası, caz müziğiyle hemhâl olmuş çizgi ile rengin muhteşem anlatımıyla, çizgi üretimler hayranı "abla"ya çok güzel gelir.

Anılarına...
bölümünden, Fransa 1988 yapımı Bir Kadın Meselesi: Yönetmen Claude Chabrol, oyuncular -bu filmle en iyi kadın oyuncu almış- Isabelle Huppert, François Cluzet, Marie Trintignant...

Fransa'da küçük bir kasabada, İkinci Dünya Savaşı sırasında iki çocuğuyla geride kalıp hayatını sürdürmeye çalışan Marie, ilkini kapı komşusunda denediği kürtaj operasyonunun başarısı üzerine, sessizce ünlenir. Bir yandan çocukların, geceleri artık tıka basa doymuş yatmaları, öte yandan paranın tatlı kokusu, arkadaş olduğu bir fahişeden başlayarak evinin iki odasını onlara kiralamaya başlamasına neden olur.


Başta, olup bitene göz yuman,
savaştan örselenerek gelmiş koca, kendisini artık sevmediğini söyleyen, güçlü karakterini aşamadığı, başına buyruk karısının bir de sevgili edinmesi üzerine, kendisine yönelttiği olgun hizmetçinin yakınlığını reddeder ve kolaja yatkın elleriyle bir ihbar mektubu hazırlar.

Yargı, Marie'yi
"bir emsal teşkil etmesi" fikriyle yargılar; -seçimlerinin sonuçlarına sessizce katlanacak kadar güçlü, gözü kara, ama ne yazık, zamanının ötesinde yaşamayı becerebilecek bilinç desteğinden yoksun kadının hikâyesi, 3 Boyut gerçekliğinde beklenen sonuna- hapse girmesinden iki yıl sonra giyotine varır.

14 Nisan 2011 Perşembe

30. İstanbul Film Festivali onüçüncü gününde "abla" üç film izler: Yaşamın Ritmi, Anneler, İçimdeki Yangın

14 Nisan 2011 Perşembe günü "abla", ikisi laser altyazılı, üç film görür.
İsveç-Fransa 2010 yapımı Yaşamın Ritmi: Yönetmenler Ola Simonsson ve Johannes Stjärne Nilsson, oyuncular Bengt Nilsson, Sanna Persson Halapi, Magnus Börjeson... Eğitimi sırasında sıradışı bir su müziği yorumu yapıp Akademiden atılan müzik teröristi Sanna ve beş davulcudan oluşan çetesi, dört başlık altında -ameliyathanede, bankada, iş makineleriyle konser salonu önünde ve yüksek gerilim hatlarında- aykırı ("abla"nın bayağı beğendiği, güzel) müzik üreterek bir karşımüzik tavrı sergiler. Ailesinin büyük beklentisini, duyuşundaki bir arıza yüzünden karşılayamayan polis Amadeus'un ise tek dileği sessizliktir.

Bir noktada amaçları buluşan çete ile Amadeus'un, basit ama çok etkili gösterileriyle sonuçlanan filmin, tüm kentin tek bir enstrümana dönüştüğü muhteşem sahnesi, "abla"nın, -Spielberg'in Üçüncü Türden Yakınlaşmalar filminin finalinde olduğu gibi- gözyaşlarına neden olur. Laser altyazılı film "abla"ya göre, kaçırılmaması gerekenler arasında.

Makedonya-Bulgaristan-Fransa 2010
yapımı Anneler: Yönetmen Milcho Manchevski, oyuncular Ana Stojanovska, Vladimir Jacev, Dimitar Gjorgjievski... Yağmurdan kaçan izleyicinin karşısına çıkan, -"abla"nın unutamayacağı filmleri arasında, müziği ile de özel yeri olan Yağmurdan Önce'nin yönetmeni- Manchevski, "gün ortası, yağmura rağmen cesaretiniz için teşekkürler" der, "film öncesi söyleyebileceğim tek şey gerçeğin doğasını araştırdığım, yaratmaya çalıştığımdır; bir müzik parçası ya da resmin yarattığı his gibi... Bu benim için filmin mesajından daha önemli. Üç farklı hikâyenin bende yarattığı hisler üzerine yaptım bu filmi, umarım sizde de aynı duyguları yaratır."

Parkta oynayan küçük kızlardan birkaçı gazete bayiinin arkasında bir teşhirciye rastlarlar, polise gitmeye gönüllü olan ikisi adamı görmemiştir bile. Dondurmalarını yerken, bir de, verdikleri ifade ile hiç ilgisi olmayan bir adamı teşhis ederler.

Köy yaşamı ile ilgili bir belgesel yapan üç kişilik ekip, çok yaşlı bir adam ile -keçisini büyü ile öldürdüğünü düşünerek küstüğü- kızkardeşi dışında kimsenin yaşamadığı köyde çekim yapar, nineye konuk olurlar.

Üçüncü bölüm, Makedonya kasabası Karacaova (Kicevo)'da, 2008'de yaşanan, üç kurbanı da yaşlı, temizlikçi kadınlardan oluşan bir seri katil olayını inceler. İ
nsanlar ardarda konuştukça konu aydınlanırsa da, gerçeğe dair bir şüphe, her zaman çevrede olacaktır. "Abla"nın çok beğendiği, gerilimi hiç düşmeyen filmin bitiminde, çok güzel bir müzik parçası eşliğinde akan title ardından perde önüne gelen yönetmen alkışlarla karşılanır.

Yönetmenin dilinde konuşup, Türkçeye de çeviren izleyici, "Bravo!" der filme beğenisini belirterek; "ben Kicevo doğumluyum, '60'da Türkiye 'ye geldim, ara sıra gitmeme karşın bu olaydan haberim olmadı."

"Üçüncü bölümde kurmaca var mıydı, yoksa tümüyle belgesel miydi?" bilmek isteyen izleyiciye yönetmen, "memnun oldum bu soruya" der, "sinema olarak amacına ulaşmış; kurmaca ile dokümanteri harmanladık... Evet, bir belgesel, iki sene önceki olay bir süre Dünyada konuşuldu. Belgesel olarak zordu, gerçek insanlarla film çekecektik, onların duygularını dikkate almak zorundaydık"

"Ben görmedim ama..."
der bir başka izleyici, "Dust filmiyle Türkleri kötülediği yazıldı sitelerde, hazır buradayken..." Manchevski "Türkiye'de gösterilmemiş olması yazık," der, "bir kısmı günümüz, bir kısmı da 20. yy. başında Balkanlarda yaşanan pek çok çatışmayı konu alıyordu, Osmanlı, Makedon, Arnavut en çok da Amerikalıların yaptıklarından sözediyordu, bir yorum yapamayacağım, filmi görenlerle tartışmak isterim."

Uluslararası yarışma adaylarından, Kanada-Fransa 2010
yapımı İçimdeki Yangın: Yönetmen, -"abla"yı çok etkilemiş Polytechnique'in yönetmeni- Denis Villeneuve, oyuncular Lubna Azabal, Mélissa Désormeaux-Poulin, Maxim Gaudette... Filmden önce, perde önüne gelen başrol oyuncusu Lubna Azabal, yönetmenin New York'da filmin tanıtımını yaptığını söyler. Festival kataloğunda belirtildiğine göre En İyi Yabancı Film Oscar'ına aday gösterilen film, Wajdi Mouawad'ın ünlü oyunundan sinemaya uyarlanmış.

Yüzme havuzu kenarında fenalık geçirip hastaneye kaldırılan, ölen
Lübnanlı Nawal'ın patronu noter, ikiz çocuklarına, annelerinin, babalarını ve ağabeylerini bulana dek mezartaşı olmayan bir mezarda yatma dileğini bildirir. Çocukların, iç savaşta pek çok acılar yaşamış Lübnan'da, annelerinin izini sürmeleri, kendilerine, asıl kimliklerine ulaşmalarını sağlayacaktır.

Film sonrası, alkışlar arasında, perde önüne gelen
Lubna Azabal, ilk izleyicinin "hikâye o kadar inanılmaz ki, mutlaka gerçeklik payı olmalı" sorusunu, "evet" diye yanıtlar, "direnişçi Süha Beşara'nın öyküsünden esinler taşıyor, 19 yaşındayken Falanjist bir generali öldürmeye çalışıyor, 10 yıl hapis yatıyor, öykünün gerisi kurgu."

Kadınların halâ harp silahı olarak kullanıldığını belirten bir kadın izleyici, filmi çok etkileyici bulduğunu belirterek, "bu role hazırlanmak hiç kolay değil" der. "Haklısınız, savaş, nefret... Dünyanın her yerinde geçebilirdi. Genellikle iç güdülerimle hazırlanıyorum."

"Bir tiyatro oyunundan uyarlandığına inanmak zor, yazar dahil oldu mu?"
sorusu, "hayır" diye yanıtlanır, "yönetmene, artık bu senin eserin dedi ve karışmadı, normalde oyun 3 saat, yönetmen biraz parçaladı. On ayrı versiyonu olabilir aslında..."

"Sizi en çok hangi sahne zorladı?"
sorusuna oyuncunun yanıtı "hapishane, işkence ve doğum sahneleri stüdyoda ilk dört günde çekildi, o dört günde ben hapse düştüm, işkence gördüm, doğurdum..." olur.

Nawal'in vurguladığı "bir olma" ve "nefret zincirini kırma" mesajı olmasa, laser altyazısıyla vizyona hazır filmin öyküsünü biraz zorlama bulabilecekken; bu çok önemli mesajın, Ortadoğu ve -ufak çaplı da olsa- savaşların sürdüğü tüm coğrafyalarda su-ekmek kadar gerekli olduğunun bilincinde olan "abla", filmi ısrarla önerecektir.