28 Aralık 2008 Pazar

Sonbahar, Sıcak ve Yağmurdan Sonra...

Pazar sabahı ev halkı, kızıyla damadı, hamile giysileri fotoğrafı çekmek üzere, erkenden stüdyoya yollanan "abla", son günlerde yeniden hatırladığı bağımlılığı tetrisin başından zorla kalkıp giyinir. Sokağa çıkar çıkmaz, yoğun yağış yüzünden, Taksim'e yürüme fikrinden cayar, bindiği İETT otobüsünde, akbil için avucuna döktüğü irili ufaklı paraları ayıklamaya çalışan "abla"ya "hepsi benim" diyen sürücüye gülerek arkaya geçer, cam kenarına yerleşir. Bayıldığı Cadde'yi, yavaş yavaş sindirerek geçerken eski Vakko binasına konuşlanmış Mango'yu görür, içeri girer, bir tezgâhtar kız bulup "gerçekten 42 beden ve fazlası çalışıp çalışmadıklarını" sorar, geniş bedenler için tasarlanan kahverengi, lacivert, siyah, Dilber Hala kesimli modellerden bıkkın "abla", "en çok 46 beden" yanıtı üzerine mutlu, Cinemajestik'e gider.

Kız kardeşiyle "Sonbahar"ı izleyen "abla" filme bayılır: Yönetmen, senaryoyu da yazan Özcan Alper, adını atlamanın mümkün olmadığı, ortaya koyduğu işle muhteşem, görüntü yönetmeni Feza Çaldıran. Çok güzel, doğru müziğin arasıra rol çaldığı filmin oyuncuları, Onur Saylak, Megi Aboulzade, Serkan Keskin, Gülefer Yenigül... E Tipi -"abla"nın aklında, bir arabadan çıkarken görülen "Hayat Dönüş" operasyonuyla yakılmış bir kadın olması muhtemel insanın görüntüsü- mağduru, bir kaç aylık ömrü kalmış Yusuf, -"abla" ve kız kardeşinde, tekrar oralara gitme hevesi uyandıran- Çamlıhemşin'e, annesinin yanına döner. Muhteşem güzellikte görüntüler eşliğinde, çevre insanı amatör oyuncuların aynı doğallıktaki oyun ve diyaloglarıyla ortaya, bulutların, karın çökelip süslediği, tesbih ağacı ardında dağlar, kuzine üzerinde tokurdayan su dolu kırbalar, dışarıda yanan ateşin içeri mutluluk taşıyan dumanı, geçmiş olsun'a gelen ailenin uyuyakalan çocuğu... eşi az bulur bir film çıkar.

Cadde'nin karşısına geçen ve Beyoğlu Sineması'ndan "Sıcak" için bilet alan kardeşler, yağmurdan yılmayıp Tünel Geçidi'nde KaVe'ye giderler. Mekân, hava muhalefeti dolayısıyla ıssız!

Sıcak, Abdullah Oğuz'un bir önceki filmi Mutluluk'u pek beğenmiş "abla" ve kardeşi için atlanmaması gereken filmlerden... Cem Özer, Ebru Akel, Hazım Körmükçü, Gürgen Öz...'ün oynadığı filmin konusu sıradışı sayılmaz. Oyunculuk ise Ebru Akel ile Cem Özer'in itiraf sahnesinde sergiledikleri karşılıklı -yufka- oyunculukla ortaya döküldüğü gibi, yetersiz! "Abla"ya göre, yerli yersiz, sürekli çakan çakmaklarla yakılan -bir kısmı "ot"- sigaralar, filmin bir diğer defosu...

Henüz, Halep Pasajı'ndan çıkıp, tam karşılarına gelen Atlas Pasajı alınlığında belirtilen 19:00 seansına girecekleri Yağmurdan Sonra'yı görmemiş "abla "ve kız kardeşi için Sıcak, ortalama, ibrenin ara sıra ortalamanın altına kaydığı bir film.

Yağmurdan Sonra, "her zaman gökkuşağı çıkar mı?" sloganıyla sunulurken, kısa da olsa bir film çekmiş, bunun nasıl emek gerektirdiğini bilen "abla"nın, nezaket bariyerini aşan, ikinci yarıyı kalp krizi eşiğinde zar zor tamamladıkları kötülükte bir film! Senaryo yazarı ve yönetmeni Görkem Turgut, oyuncular ise; cep fotoroman seçmelerinden gelmişe benzeyen Serhan Yavaş, takma dişle konuşur gibi sesler çıkaran Pelin Batu, Dondurmam Kaymak'taki doğal, harika oyunculuğu -"abla" yönetmen tarfından sakatlandığından şüphelenir- yerine, başı kesik tavuk gibi çırpınan, ıkınan, Turan Özdemir... Ara sıra kara komedi olabileceği şüphesiyle izledikleri filmde, Wolksvagen'iyle Gökçeada'da dolanan, hükümlülerden biriyle rahatça flört edip, kumsala yayılı örtü üzerinde şarap içen hapisane müdürü karısı, iki adet özgünlüğü konusunda ısrar edilmiş Rum kadın, bir adet şirin mi şirin oğlan, karikatür gardiyan, daha karikatür Hapisane Müdürü, komünistlere düşman -bir o kadar karikatür- hükümlüler, -dayanılmaz-hamaset soslu diyaloglar...

Çıkışta "abla" kardeşin "verilmiş sadakamız varmış!" dediği kadar var...

27 Aralık 2008 Cumartesi

11. İstanbul Uluslararası Sinema-Tarih Buluşması'nın en önemli etkinliği, Zülfü Livaneli'ye verilen Onur Ödülü

19-25 Aralık 2008 günleri boyunca, Taksim Alkazar, Fransız Kültür Merkezi ve Maçka Cinebonus G-Mall salonlarında, Tarih Boyunca Mülteciler başlıklı 11. İstanbul Uluslararası Sinema-Tarih Buluşması kapsamında gösterilen 30 filmden 12 tanesini izleyen "abla" kendince bir yıldız listesi yapmaya niyetlenir.

Ateşten Kalp
Ayrı Dünyalar
Herşey Yoluna Girecek
İçerideki Hayatım
İhanet
Kar
Miloseviç Mahkemesi
Mülteci Kassım
Serçelerin Şarkısı
Şafağın Sınırı
Şeytanla El Sıkışmak
Şili'de Saklı Günler

......

"Abla", aklında, "neye yıldız vereceksin?" sorusu, listeye bakar; hafızasında en çok yer eden, canını en fazla yakan, en ağır şartlarda canı en çok yanan, acının akıl almaz boyutunu yaşayan insanları anlatan filmler/belgeseller; sorgulama sürer "acıya mı yıldız vereceksin?"

"Bu yazıyı yazmayacağım" diyerek bilgisayarın başından kalkan "abla"nın, salonda TV izleyen kızı ve damadı, onun dışarı taşan içsel tartışmasına katılır, konuyu birlikte irdelerler; fotoğrafçı damadın önerisi, "abla"nın, film/belgeselin teknik yetkinliğini/başarısını değerlendirmesi yönünde...

Gördüğü filmleri teknik açıdan değerlendirmek, "abla"nın ne haddine!

İnsana, çevresindeki olaylara bakan, derslerini oradan çıkaran "abla"nın en beğendiği, Şeytanla El Sıkışmak filmdeki Kanadalı General ile Şili'de Saklı Günler filmindeki İsveç Büyükelçisi; ellerinden gelenden çok daha fazlasını yapıp hayatlar kurtaran bu iki insan, "abla" değerlendirmesine göre, "muhteşem!"

Diğer yandan, Ateşten Kalp, Ayrı Dünyalar, Herşey Yoluna Girecek, Mülteci Kassım, Kar film/belgesellerinin kahramanları, hayatlar kurtarmamış da olsalar, değişip dönüşerek doğru seçimler yaparak, iyiye evrilerek hayatı yaşanmaya değer kılan güzellikler üreterek, kendi yollarında "muhteşem"ler... İhanet, sadakati sorgularken, İçerideki Hayatım önyargıyı gözler önüne serer; insan değer yargıları üzerine -yaşanmış ve yaşanıyor olmaları yüzünden- çok güçlü film/belgeseller.

Salonları da değerlendirmesi gerektiğini düşünen "abla"ya göre, Cinebonus Maçka G-Mall, projeksiyonla perdeye yansıtılan alt yazı konusunda ilgisiz/sorumsuz iken, Alkazar oturmuş, olgun işletmeci tavrını sürdürür. Fransız Kültür'deki gençler ise, gösteri başlamadan izleyiciye, arka sıralardan yazının okunup okunmadığını sorarlar.

11. İstanbul Uluslararası Sinema-Tarih Buluşması'nın en önemli etkinliği ise, müzik, film, kitap yaratarak barışa yaptığı katkı dolayısıyla; "abla"yı inşa edenlerden biri olan, müziklerini en karamsar anlarında arşivinden çıkarıp mırıldandığında içindeki karanlığı ışıtıp "yarın daha güzel olacak" umuduyla onu bir gün daha yaşatan Zülfü Livaneli'ye verilen Onur Ödülü...

26 Aralık 2008 Cuma

11. Sinema-Tarih Buluşması son günü "abla", üç film görür: Herşey Yoluna Girecek, Şafağın Sınırı ve Dünyanı

Dünya Festivalleri bölümünden, Herşey Yoluna Girecek, 2007 Polonya yapımı: Tomasz Wiszniewski yönetiminde, Robert Wickiewicz, Adam Werstak, İzabela Dobrowska...'nın oynadığı film, alkolik babasının ölümünden sonra, hafif zihinsel özürlü ağabeyi ve kanserden ölmekte annesi ile yaşayan 11 yaşındaki Paulie'nin, annesiyle ilgili bir mucize yaratmak üzere Siyah Meryem'e "koşarak" yaptığı, bir çeşit hac yolculuğunu anlatır. Koşuculukla ilgili yeteneğini keşfeden, TV sunucusu eşinden ayrılmış alkolik beden eğitimi öğretmeni ile birlikte, oğlanın karnını doyurmak için yaptığı küçük hırsızlıklar, öğretmenin sarhoşluklarıyla sürdürdükleri koşuya TV programlarıyla yönelen ilgi, annenin, sağ çıkamadığı ameliyatı için fon yaratır. Paulie, yolu üzerinde kendisini alkışlayan köylülerin yanısıra, "ben annem için koşuyorum, para için değil" diyerek reddettiği, enerji içeceği markası yazılı tişört ve kasketle koşması karşılığında 7000 dolar öneren, aldığı olumsuz yanıt karşılığında da "yeni Polonya'yı böyle inşa edemeyiz" diyen iş adamıyla karşılaşır. Bir "hedef"in yaşama katığı anlam üzerine güzel, incelikli son derece de gerçek bir fim.

Fransız Kültür Merkezi'nden çıkıp aşağı, denize doğru inen "abla" ile arkadaşı, girişinde, poposunu sıcak cama dayamış kapkara sevecen bir kedinin ikamet ettiği Cinebonus G-Mall'a varırlar. Dünya Festivalleri bölümünden, bu kez bir Fransız filmi, Şafağın Sınırı: 2008 Fransa yapımı siyah beyaz filmin oyuncuları, yönetmen Philippe Garrel'in oğlu Louis Garrel, Laura Smet, Clementine Poidatz... Kocası uzakta yalnız güzel aktris, fotoğrafını çeken adama âşık olur, ilişkileri sürerken yaşadıkları ayrılığa katlanamayan kadının intiharı üzerinden bir yıl geçmişken fotoğrafçı, yaşamına giren bir başka kadınla evlenmeye niyetlenir ama aynada yüzyüze geldiği, halâ sevdiğini anladığı eski sevgili onu rahat bırakmaz, adam suçluluk duygusu etkisiyle nikâh günü canına kıyar. Değil izleyiciye, kendilerine bile açılamayan, ketum karakterlerin sürüdüğü ağır tempolu film, "abla" ve kız kardeşinin "tipik Fransız filmi" dedikleri, refah toplumlarının "Allah başka tasa vermesin! sineması" şeklinde sınıflandırdıkları türden...

Üçüncü film festival dışı, kızının çok beğendiğini söylediği, bilimkurguya bayılan "abla"nın boşveremeyeceği bir vizyon filmi; Dünyanın Durduğu Gün. 1951’de Robert Wise'ın çektiği, Dünya liderlerini uyarmak niyetiyle Washington D.C.’ye inen, uzaylı Klaatu’nun dev robot bodyguardı Gort’un yardımıyla mücadelesini anlatan film, zaman içinde bir klâsiğe dönüşmüş. 2008 ABD yapımı, senaryoyu Edmund H. North ile David Scarpa ile birlikte yazmışlar, yönetmen Scott Derrickson, oyuncular, Keanu Reeves, Jennifer Connelly, -kızından Will Smith'in oğlu olduğunu öğrendiği- Jaden Smith, John Cleese, Kathy Bates... Günümüzden 28 yıl önce Dünyaya inip bir insandan aldıkları DNA ile kopyaladıkları -insan görünümüyle bile yeterince korku yaratan- uzaylı, ışıktan bir küre içinde, ekonomisi, neredeyse tümüyle korkuya dayalı Korku İmparatorluğu'nun başkenti Newyork'un Central Park'ına iner. Dünyayı, -insanı değil- insandan kurtarmaya gelmiş Uzaylı, niyetini anlayan silahlı güçlerce tıkılıp sorgulandığı üsten, bilme merakı korkusuna üstün gelen bir biyoloğun yardımıyla kaçar. Küreler, Nuh'un Gemisi gibi, Dünyadan canlı örnekleri toparlarken, uzlaşmanın imkansız olduğunu düşünen Uzakdoğulu formundaki diğer uzaylı ile bağlantıya geçen, insanoğlunun yıkıcılığı yanısıra, sevgiyi hakeden güzellikler de barındırdığına dair şüpheye düşen Klaatu (Keanu Reeves), artık kuş cıvıltılarının duyulabildiği harika finalde, Dünyayı, tüm enerjisini dondurup, yeni bir başlangıçta bırakarak gider.

Edmund H. North kitabında, Din kitaplarında, mitolojide tekrarlanıp duran, bir felaketle yokoluş öykülerinden farklı olarak, "abla"ya Kryon kitaplarında okuduğu, toplu yokoluş yerine, insanın kendi iradesiyle geleceği, -bağlı olarak geçmişi değiştirebileceği-, manyetik kutupların -geçmişte Dünyanın defalarca yaşadığı gibi- altüst oluşunu hatırlatan, insana "son bir şans" verilmesi temasını işler.

24 Aralık 2008 Çarşamba

11. Sinema-Tarih Buluşması 6. gününde "abla", iki film daha görür: İhanet, İçerideki Hayatım

11. İstanbul Uluslararası Sinema-Tarih Buluşması 6. gününde "abla", Cinebonus Maçka G-Mall'da iki film görür: İhanet, İçerideki Hayatım

Mülteciler bölümünden 2007 ABD yapımı İhanet, muhteşem görüntülerinden anlaşıldığı gibi, Sundance Film Festivali'nde En İyi Görüntü Yönetmeni ödülünü üç kez kazanan Ellen Kuras'ın ilk yönetmenliği... Vietnam savaşı sırasında ABD'nin, Laos'ta yürüttüğü, Nixon'ın "bu konuda konuşmak istemediğini belirttiği" gizli operasyonlar sırasında, ülkesine ihanet eden, insanlarının ölümlerine yol açan bombardımanlarla "ülkenin istikrara kavuşturulması"na yardım eden, daha sonra da vatana ihanet suçuyla tıkıldığı savaş suçluları kampında yıllarca, bombaların açtığı kraterleri kapatan adam, diğer yandan da yeni bir aile kurarak, ABD'ye kaçmak zorunda kalan 10 çocuklu karısına ihanet eder. Senaryoyu yönetmenle yazan ve kurguyu yapan büyük oğlunun; çete arkadaşları tarafından - Amerikan yaşam tarzı formatında- öldürülen üvey kardeşinin cenazesine gittiğinde tanık olduğu üvey annenin acısı ile, kaçışları sırasında Laos'ta kalan iki kızı için ağlayan annesi arasında, "aynı adamdan çocuk sahibi olmuş iki kadın evlatları için ağlıyorlar" diyerek kurduğu paralellik, savaşın savurduğu insanların acısını özetler. Bu filmden "abla"nın aklından silinmeyecek bir bölüm de, yıllarca 10 çocuğunu hayatta tutma savaşı sürdüren kadının, halâ sevdiği kocasının ihanetini öğrendiğinde, "biz böyle bir acıyla karşılaştığımızda doğaya döner, bir kuş, balık ya da kaplumbağayı doğal ortamına salarız, bunun acılarımızı hafifleteceğine inanırız" diyerek kızıyla bir kaplumbağayı suya saldıkları -ışığı, görüntüsü çok güzel- sahne!

İkinci film de mülteciler bölümünden, İçerideki Hayatım: 2007 Meksika yapımı belgeselin yönetmeni Lucia Gaja, broşüre göre, bu filmle "Morelia Film Festivali'nde En İyi Belgesel ve bir kadın tarafından yapılan* En İyi Belgesel dallarında ödül kazanmış". Meksikalı Rosa 17 yaşındayken ırmağı geçerek ABD, Teksas Austin'e gider. Çocuk bakıcılığı yaparken, kızıyla beraber baktığı 2 yaşındaki çocuk, boğazına kağıt havlu tıkanır, ölür. Cinayet suçuyla yargılandığı 2 yıl süren mahkemede, uzman kişilerce, bedeninde travma izi olmayan çocuğun ağzına -kendisinin- soktuğu havluların su emerek genişlediği, gelen ilk yardım ekiplerinin sun'i solunum sırasında topağı geriye iterek ölüme yol açtığı kanıtlansa da, kaçak, göçmen, -avukatının, önyargının altını çizen deyişiyle- "Meksikalı olmasına karşın zekî", -"abla"nın eklemesiyle- "kadın" Rosa, hakkındaki önyargıyı aşmayı başaramaz ve 99 yıla mahkûm olur. Ahlâksız Amerikan hukuk sisteminin, yargılamalar sürerken "itiraf et, 45 yılla kurtul!" önerisini suçsuzluğu nedeniyle reddettiğine -neredeyse- pişman, "burada nasıl yaşarım bilmiyorum, zaman hakkında düşünmek istemiyorum" diyen Rosa, durumunun yeniden gözden geçirileceği 2035'i beklemekte...

*
...bir kadın tarafından yapılan... "abla" tarafından belirginleştirilmiştir.

23 Aralık 2008 Salı

11. Sinema-Tarih Buluşması 5. gününde "abla", biri Cinebonus Maçka G-Mall'da iki film görür.

11. İstanbul Uluslararası Sinema-Tarih Buluşması 5. gününde "abla", biri, üçüncü festival mekânı Cinebonus Maçka G-Mall'da, diğeri Fransız Kültür Merkezi'nde iki film görür.

"Abla" posta kutusunu kontrol etmekteyken, bilgisayardaki müziği kulağına taşıyan kulaklıkların perdelediği TV sesleri arasında dikkatini çeken bir iki İngilizce sözcük üzerine alt yazıları izlemeye başlar: Köşesinde bir artı işareti üzerinde SHOW yazılı ekranda genç bir kız, yanında yaşlı bir adam, güzel bir-iki kadın daha, sunucu ise manken Tyra Banks; stüdyodaki izleyicilerle, telefon bağlantılarıyla, hararetle tartıştıkları konu ise kızın artırmaya çıkardığı, 1 milyon dolara yaşlı bey üzerine kaldığı anlaşılan bekâreti! Her nasılsa, millî kaynana Semra'nın sunduğu çöpçatan programı izleyeli, "abla"nın, açık sözlülük mü, nezaketsizlik mi, dangalaklık mı, ne diyeceğini bilemediği, mal varlıkların bir bir döküp, birbirlerinin yüzüne karşı, "sizden elektrik alamadım" diyerek sergiledikleri durum, burada, bekâret başlığı altında gözler önünde! Konu, salondaki "abla", kızı, damat üçlüsünün değer ve ön yargılarına dayanılmaz darbeler indirerek en detaylı biçimde incelenmekte; telefonla katılan bir kadın, -satan- Natalie'yi kınarken, yanında oturan emektar hayat kadını, "benim bilmem kaç yıllık kazancımı bir gecede alacak, Amerika fırsatlar ülkesi, tebrik ediyorum" demekte... 59 yaşında olduğunu söyleyen -alan- bey, sunucunun "dede" yakıştırmasına istifini bozmadan Natali'ye bir şeyler öğretebileceğini söylerken, temiz kalpli damadını, çanak bir soruyla tuzağa düşüren kızının yaratabileceği olası tartışmayı önlemek amacıyla "abla", "hava güzel, Maçka'ya kadar yürüyelim" diyerek, ikisini önüne katar, çıkarlar.

"Abla"nın esintili temiz serin havada sevinçle sürdürdüğü yürüyüş, performansı düşük ikilinin, ikide bir geride kalmasıyla sekteye uğrar; yaklaşmakta olan toplantı saatini bahane ederek bindikleri taksiden, Teşvikiye'deki Abdi İpekçi Anıtı önünde inerler, onlar soldaki caddeye girerlerken "abla" sağdan Küçükçiftlik Parkı'na inen caddeyi izler.

Cinebonus Maçka G-Mall'da, Şili'de Saklı Günlerim: 2007 İsveç yapımı, Ulf Hutberg'in yönettiği, Michael Nyqvist, Lumi Kavazos, Kate del Castillo, Lisa Werlinder...'in oynadığı film, Şili'de görevli İsveç ataşesi Herald Edelstam'ın, 11 Eylül 1973'te, Allende'yi deviren Cunta'nın eylemlerine tanıklık edişi ve o günlerde yüzlerce hayatı kurtarışını anlatır. Arjantin'den gelir gelmez, şehir turu sırasında gittikleri Plaza de Armas'ın bir kenarını kaplayan Başkanlık Sarayı(La Casa de Moneda)'nı, -yaşı elvermediğinden olacak- "Pinochet burayı kullanmadı" diye anlatır rehber; gençkızlığına rastlayan olayı, içinde devlet başkanıyla bombalanan Başkanlık Sarayı ve Allende'nin ölümünü ailece üzüntüyle yaşadıklarını hatırlayan "abla"nın sorusu üzerine, akranı yerel rehber binanın 20 dakika boyunca top ateşine tutulduğunu, solcu, sosyalist başkan Allende'nin ise intihar ettiğinin söylendiğini ama buna kimsenin inanmadığı Şili'den döneli henüz bir hafta bile olmamış "abla" için bu kaçırmaması gereken bir film! Edelstam, naklen izlediği sarayın bombalanışı ardından, baskı altındaki Küba Büyükelçiliği'ne gider, İsveç bayrağını çekerek oradakilerin, İsveç Büyükelçiliği'nin kapılarını açarak kapı önüne yığılmış insanların, komutanlardan birinin yardımıyla, işkencelerin yapıldığı stadyumdan pek çok hükümlünün kaçırılıp hayatta kalmasını sağlar. Santiago ve Stadyum çekimlerinin gerçek mekânlarda yapıldığı film "abla"'ya, ağlaya ağlaya çıktığı Marco Becis'in Garage Olympo ile Costa Gavras'ın Z filmlerini hatırlatır.

Bir sonraki film için Taksim'e yürüyerek çıkmasa, "abla"nın bu konuda bir film daha seyredecek gücü yok!

Fransız Kültür Merkezi'nde, Michael Christoffersen'in çektiği Miloseviç Mahkemesi: Kayıtları 2000 saat süren, en uzun süreli -dört yıl- savaş suçu mahkemesi, Nürnberg'den sonraki en önemli yargılamadır. Mahkemeyi reddeden Balkan Kasabı Slobodan Miloseviç, önemli şahitlere, video kayıtlarına, tecavüzler bir yana 125.000 ölü ve 3 milyon kayba karşın inkârla, kafa karıştırmayla sürdürdüğü yargılanışı sona ermeden, 11 Mart 2006'da ölür. Adamın taktiği "abla"ya, Türkçe konuştuğu halde kimsenin bir şey anlamadığı, Mehmet Ali Ağca'nın savunmasını hatırlatır.

22 Aralık 2008 Pazartesi

11. Sinema-Tarih Buluşması 4. gününde "abla", Fransız Kültür Merkezi'nde iki film daha görür.

11. İstanbul Uluslararası Sinema-Tarih Buluşması 4. gününde "abla", İstiklâl Caddesi'ndeki diğer festival mekânı Fransız Kültür Merkezi'nde iki film görür.

Mülteciler bölümünden, başarılı uzun metraj belgeselci Kief Davidson'ın yönettiği, 2008 ABD yapımı film, Mülteci Kassım: Uganda doğumlu, 6 yaşındayken kaçırılıp 12 yıl süren savaşta çocuk asker olarak kullanılan, cinayet işleyip işkence yapan, ordunun boks takımına katılıp ABD'ye kaçtıktan sonra bir süre evsiz yaşayan The Dream lakaplı Dünya şampiyonu Kassım Ouma'yı anlatır. Kaçışından sonra, onu bulamadıkları için babasını öldürmüş olsalar da, bağlılığını sürdürdüğü ülkesi Uganda bayrağı altında dövüştüğü için, oğlunu Amerika'ya yollarlar, gelip büyükannesini görmesine, babasının mezarını, evini ziyaret etmesine izin verirler. Ouma, iyi insan mayasıyla, işlemiş olduğu cinayetlerin ağırlığı altında, çocuklarına, ailesine düşkün, neşeli, sevgi dolu, yaşamı tekrar tekrar kurmaya gayret eden bir güzel insan! "Abla"yı, suç, ceza, günâh... kavramlarını, önyargılarını gözden geçirmeye zorlayan filmlerden...

Ücretsiz film gösterimlerini sürdüren Fransız Kültür Merkezi, salonun üst katında yenilenen sergilerle, -kalabalık öyle görünmese de- "abla"nın tahminlerine göre, öğrenci cenneti...

Aynı salonda ikinci film, İnsan Hakları bölümünden Şeytanla El Sıkışmak; 2008 Kanada yapımı filmi Roger Spottiswoode yönetmiş, Roy Dupuis, James Gallanders, Odile Katesi Gakire, Deborah Kara Unger... oynamış. 1993'te Birleşmiş Milletler görevlisi olarak Ruanda'ya gönderilen Kanada'lı General Romeo Dallaire, kimliği belirsiz bir grubun başkanın uçağını düşürmesiyle Tutsi'leri öldürmeye başlayan Hutu'ların uzun zamandır planladıkları, 500.000 kişiyi öldürdükleri kıyıma tanık olur. Asilerle anlaşmaya çalışan ama sonuç alamayan Dallaire'in BM Genel Sekreteri Bhutros Gali ile yaptığı, çekilme önerisini reddettiği telefon konuşması 32.000 kişinin yaşamını kurtarır. Dallaire'in yazdıklarına dayanan filmin çekimleri Ruanda Kigali'de yapılmış.

"Abla"nın "insanlık öldü" deyip insana inancını kaybetmeyen sevgili arkadaşının söylediği bu olsa gerek: Kanada, Dünyanın silah üreticisi ilk beş ülkesi arasındaki şanlı yerini korur, kimbilir nerelere atılan nifak tohumları filizlendiğinde kullanılacak silahları üretmeye devam ederken, Kanadalı Dallaire, uzlaşma adına midesi bulanarak şeytanla el sıkışır; Fransızlar eski Belçika sömürgesi Ruanda'ya silah satar, asker eğitirken, Fransız Kültür Merkezi bunların söylendiği filmi ücretsiz gösterir.

11. Sinema-Tarih Buluşması 3. gününden; Ayrı Dünyalar, Ateşten Kalp, Serçelerin Şarkısı

"Tarih Boyunca Mülteciler" başlıklı 11. İstanbul Uluslararası Sinema-Tarih Buluşması 3. gününde "abla" üç film görür.

14:00 ve 16:30 biletlerini alırken, kendisi gibi film izlemek için emekli olmuşa benzeyen bir arkadaşı ve onun -işi gereği- Pakistan Devlet Başkanı, Irak Enerji Bakanı türünden arkadaşları olan, iletişim mühendisi eşi ile karşılaşan "abla", küçük kız kardeşinin de eklenmesiyle önce Dünya Festivalleri bölümünden Niels Arden Oplev'in yönettiği, 2008 Danimarka yapımı Ayrı Dünyalar'ı izler. Gerçek bir öyküden uyarlanan, Rosalinde Mynster, Johan Philip Asbaek, Jens Jorn Spottag...'ın oynadığı film, Yehova Şahitleri üyesi bir ailenin öyküsünü anlatır. Sara, hippi ana-babanın oğlu müzisyen Teis'e rastlayıp ona âşık olana kadar sorgulamadığı derin inancını, okul arkadaşı genç kızın, inançları kan verilmesini reddettiği için ölümü üzerine tümüyle terkeder. Ağabeyi uygunsuz bir kitap okuduğu için cemaatten dışlanmış genç kızın geliş gidişlerle süren sarsıntılı dönemi Tanrı ile yaptığı son konuşma ile biter. Tutucu tüm tarikatlar gibi cinselliği belli şartlar altında, sosyal yaşamı belirlenmiş modelden kıl kadar sapmaksızın yaşamayı, kıyametle seçilmişler dışında herkesin öleceğini... vaazeden Yehova Şahitleri öğretisini merak eden "abla", "keşke" der, "biri de Scientology üzerine bir film yapsa..."

Dörtlünün ikinci filmi yine Alkazar'da; Telekomünikasyon alanında çalıştığı Pakistan'a sık sık gidip gelen arkadaşının, yolculuk ettikleri uçakların bazısının dörtte üçünün, Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden toparlanıp sınırdışı edilmiş, kaderine boyun eğmiş görünen Pakistanlı'larla dolu olduğunu anlatıp, bu yüzden ilgisini çektiğini söylediği Mülteciler bölümünden Ateşten Kalp: 2008 Almanya yapımı, Luigi Falorni'nin yönettiği, Letekidan Micael, Salomie Micael, Seble Tilahun...'un oynadığı film, İtalyan rahibelerin bakımındaki zeki küçük kız Awet'in, ablası tarafından alınıp kahraman sandığı babasına götürülüşünü, babasının yeni ailesinin hizmetkârı olmaya zorlanışını, adamın iki kızı Eritre'nin Kızları adlı özgürlük ordusuna vermesiyle, 300.000 çocuğun öldürmeye zorlandığı, ölüp öldürüldüğü savaşa, içinden tanık oluşunu anlatır. Dünya üzerinde silah üretildiği sürece, pazarını bulacağı, yaratacağını bilen "abla", en küçükleri Awet'in sağ kalan üç dört çocuğu toplayıp küçük bir isyanla silahlarını bırakarak çöle, Sudan'a yürüyüşlerini hüzünle izler.

Günün üçüncü filmi, sevdikleri Alkazar salonunda, Ödüllü Filmler bölümünden, 2008 İran yapımı, Serçelerin Şarkısı: Yönetmen Mecid Mecidi, oyuncular, başta yüzünden/fiziğinden güç alan etkili oyunuyla, Gümüş Ayı ödüllü Mohammad Amir Naji, Reza Naji, Maryam Akbari, Karman Dehghan, Hamed Aghazi... Bir devekuşunun kaçışıyla çiftlikteki işinden olan Kerim, kızının kulaklığı için kente gidişinde rastlantıyla motorsiklettaksi olur; bu, para ile teklifsizce karşılaşmasına, değerleri ile yeni yaşam modeli arasında bocalamasına yol açar. Durum, girişimci küçük oğlunun milyoner olma hayaliyle yaptığı ataklarla da beslenince aile, kalender, neşeli yaşamında ufak tefek krizler yaşar. Eski alışkanlığıyla, İran filmi izlerken her an bir felaket bekleyen "abla", -Kerim'in iyilikle atlatılmasını sağladığı- balıkların içinde durduğu fıçı dağıldığında rahat bir soluk alır. Tek yaprak broşürün arkasındaki listede adı geçen filmlerden...

20 Aralık 2008 Cumartesi

"Tarih Boyunca Mülteciler" başlıklı 11. Uluslararası Sinema-Tarih Buluşması'ndan: Kar

Fırının üst rafındaki tepside topan patlıcanlardan birini çatalla dürtüp piştiğini gören "abla", kızına, alt raftaki kırmızı biberle ilgili közleme talimatını hızlıca tekrarlayıp sokağa fırlar. Hava yağışlı, trafik olanaksız: Taksim Alkazar Sineması'na, "Tarih Boyunca Mülteciler" başlıklı 11. Uluslararası Sinema-Tarih Buluşması ikinci günü, 14:00'teki ilk filmi için ulaşabilmenin tek yolu, minibüsle Şişhane'ye inip, oradan yukarı tırmanmak!

14:05; biletini almasıyla merdivene sarması bir olan, göz aşinası "abla"yı selamlayarak karşılayan yer gösterici "yoksa sizi sokmayacaklar mıydı, ben onları döverim" diye şakalaşarak önüne düşer. "Abla" soluğunu dengelemeye çalışırken, şakacı teşrifatçının "öne mi geçersiniz?" sorusunu başını sallayarak yanıtlar, gösterilen koltuğa yerleşir, ekran kararır.

Sinemada Yeni Keşifler bölümünden 2008, Bosna Hersek yapımı Kar: Aida Begiç yönetiminde Zana Marjanoviç, Jasna Beri, Sadzida Setiç...'in oynadığı film 1997'de savaş sonrasında, katliamlardan arta kalan 5-6 kadın ve 3-4 çocuk ile yaşlı bir adamın yaşadığı köy kalıntısında kardan önceki bir haftayı anlatır. Oğlunu yitirmiş, dul Sırp gelinine huysuzlanan büyük toprak sahibi hanım ile beraber pestil yapıp, turşu ile birlikte "Bosna'nın yarısını besleme" hayali kuran kadınlar, yaşamlarını sınırlı olanaklarla sürdürmeye çalışırlarken topraklarını alma kararıyla köye gelen iki adam, ayak oyunlarıyla imza toplar. Şehirde daha iyi bir hayat bulacağını sanan iki kadın, Sırp gelinin -huysuz kaynanasının desteklediği- direncine karşın imza verirken, kilim dokuduğu tezgahı başındaki nine "herkes verdi" diye kandırılır. Şehir yaşamını kenarından deneyimlemiş az yırtık genç kadın, iş adamlarından birinin cep telefonunu yürütür, yaptığı çok kısa telefon konuşması -ki bu sahne "abla"nın en beğendiği bölümdür- sonucu akla zarar bir sürede akıllanır. Fırtınalı gece, alışverişi aşan bir krize sürüklenirken, iki iş adamından biri, tanık olduğu katliam sonucu dili tutulan onun yerine saçları uzayan küçük oğlanın tanıklığıyla masumiyetini, cinayet işlemediğini iddia eder ama sonunda cesetleri koydukları Mavi Mağara'ya onları götürmeyi kabul eder. Pestil, reçel ve turşularını Bosna'ya taşıyıp hayallerini gerçekleştirebilecek genç adam, ertesi sabah köye arabasıyla girerken kar başlar. Sadeliği içinde trajediyi, hüznü, yaşama gücünü, bunca güzel anlatabilen filmi, "abla" pek beğenir.

Kız kardeşiyle, 2 YTL bedelle satılan biletlerin yanında 2 YTL'ye birer katalog alan "abla", tuvalet görevlisiyle "A.R.O.G. ile bekledikleri geliri yakalayamadıkları..." dedikodusunu yaptığı Beyoğlu Sineması Cafe'sinde birer kahve içip evinin yolunu tutar. Şişli-Şişhane minibüsü baş durağına giderken, Meşrutiyet Caddesi'nde rastladığı, üzerinde "çekinmeden adres sorabilirsiniz" yazılı tabelanın önünde durduğu Hitit Büfe'ye girip zarif dükkan sahibini tebrik eder, teşekkürlerle yoluna devam eder.

19 Aralık 2008 Cuma

Sevmeden sevişmek: Issız Adam ve Osmanlı Cumhuriyeti

Aralık ayının dördüncü günü "abla", gün ışığının süzüldüğü küçük odada, yorganından sıyrılmadan gördüğü, -vardığı- İstanbul'da otobüsün bagajından bavulunu alırken muavine "ne güzel, konuşa konuşa geldik, bu defa yolu hiç anlamadım" dediği son rüyaya bir anlam veremez. İyice uyanıp, tülün ardından verandada kedi sayımı yaparken, "ne konuşması, kimseyle konuşmak zorunda kalmayayım diyerek tek kişilik koltuk almışken..." diye düşünür.

Evi kapatır. Yaz kış oturduğu yazlık siteden; başta şehla bakışlı sevgilisi Ekran Koruma, kedilerini önce Allah'a, sonra da dördüncü evde tadilât yapan ustalara emanet ederek ayrılan "abla", 10:00 servisiyle Burhaniye'ye iner. Serviste, yol üzerine dizili diğer yazlıklardan birinden, söyleşmeyi çok sevdiği bir hanımla karşılaşır, hanım da evini kapamış, kışı geçirmeye İstanbul'a gitmekte... Başkası için asla yapmayacağı bir şeyi yapan "abla", tek kişilik yerini terk edip hanımın yanına taşınır, sözlerini, yol boyu birbirlerininkine ekleyerek, gerçekten de 8-9 saatlik yolu hiç anlamadan tamamlarlar.

Kızı, damadı ve evin kedisi Karapati'nin sevinçle, sevgiyle karşıladığı "abla"nın önüne, son alınan, kızının seçimi filmler dizilir ve önerdikleri birini izlerler; Taş Meclisi. Jean-Christophe Grange'ın çok satan romanından uyarlanmış, Catherine Deneuve, Moritz Bleibtreu, Monica Bellucci, Nicolas Thau...'nun oynadığı, Giullaume Nicloux'nun yönettiği Fransa-Almanya-İtalya ortak yapımı film, Moğolistan'da bir nükleer kaza sonrası, çevrede yaşayan Tseven kabilesinin doğaüstü sağaltma gücüyle hayatta kalmaları üzerine bir grup bilim insanının araştırmalarının, ölümsüzlük tutkusuyla işlenen cinayetlere dönüşmesini anlatır. Mistik, psikolojik gerilim filmi tam "abla"nın bayıldığı türden!

Ertesi sabah, en yakındaki alışveriş merkezine giden "abla", kızıyla, görmeyi planladığı üç film görür:

Osmanlı Cumhuriyeti: Senaryo, yönetmen Gani Müjde, oyuncular Ata Demirer, Sümer Tilmaç, Vildan Atasever, Ali Düşenkalkar, Kerem Kupacı, Sezen Aksu, Suzan Kardeş... Selanik 1888, küçük Mustafa, yandaki salonda gösterilen, iyi niyetten eser taşımayan filmde anlatılan içkici, zayıf karakterli, arızalı kişilikli, yapıp ettiğine bin pişman Mustafa'nın aksine -bunca rezalete neden olmamak için olsa gerek- gerçek buğday tarlasında karga kovalarken tırmandığı ağaçtan düşerek ölür. Ülkenin en doğusu Ankara, kurulduğu yıllara takılı kalmış, payitaht İstanbul ise -çok ilginç- günümüzdeki gibi! Padişah, ginger ile saray bahçesinde gezen, Prada ayakkabıları cuma namazında çalınan, arabası çekilen, Mc Donald'sa da giden bir kukla: Durumdan rahatsızlık duyan 8. Osman, araya giren bir aşk hikayesinin yardımıyla bilinçlenir ama her şey için çok geç olduğundan tahtı "ben yapamadım, belki sen geldikleri gibi giderler, diyerek başaracaksın" dediği torununa bırakarak -Bodrum'a- sürgüne gider, küçük Mustafa ağacın düştüğü ağacın dibinde doğrulur, üstünü başını silkeler... İncelikli, esprili Gani Müjde senaryosu, "abla"nın art niyetinden hiç şüphelenmediği diğer Mustafa filmine sert bir cevap/tokat değerinde! Filmi hararetle öneren küçük kız kardeşinin "Atatürk'ü tartışmak deyip duruyorlar, Osmanlı Cumhuriyet'i Atatürk'süzlüğü tartışıyor, gidip görsünler!" dediği kadar var!

A.R.O.G.: Ali Taner Baltacı ile Cem Yılmaz'ın yönettikleri, senaryosunu Cem Yılmaz'ın yazdığı tipik/yaratıcı Cem Yılmaz esprileriyle süslü eğlenceli bir film. Oyuncular, Zafer Algöz, Ozan Güven, Nil Karaibrahimgil... Tıklım tıklım dolu beş salonda birden! Filmekimi'nde Emek Sineması işletmecisi Hikmet Bey'in bir röportajda "bizi festivaller kurtarıyor, bir de AROG'u bekliyoruz" derken söz ettiği "kurtuluş" bu olsa gerek!

Günün yıldızı Çağan Irmak'ın senaryosunu yazıp yönettiği son filmi, ortalığı birbirine katan Issız Adam: Melis Birkan, Yıldız Kültür, Şerif Bozkurt, Gözde Kansu...'nun oynadığı film, metropol insanının -daha çok erkek olanının- tüketim modelini dibine dek benimseyip, -"abla"nın okuduğu son Lobsang Rampa kitabında (Antiklerin Mağarası) dendiği gibi- "sevmeden sevişirken" bedenler gibi ruhunu da tükettiği; kadın kısmının ise duygu, bağlılık, sevgi, kalıcılık beklediği, -damadın bir arkadaşı olup, oyunculuğuna bayıldığı- Issız Adam (Cemal Hünal)'ın kimliğinde yüzlerce adamın acısını anlatır: Kendine ait olmayan öyle çok boyaya boyanmıştır ki, annesine "çok zor, çok zor!"dan öte bir açıklama yapamaz, kendince kuyruğu dik tutar, yitirdiği kadın yaşamını yoluna koyarken o, dışına çıktığı Atlas Pasajı kapısı önünden bir sağa bir sola yönelir, yolunu bulamaz!.. Çok doğru, çok güzel bir film...

Aralık ayının beşinci günü, sabaha karşı, saat 03:55: Telefon çalar, kız kardeşleri Güney Amerika yolculuğu için havaalanına gitmek üzere taksi ile geldiklerini bildirirler. Yazısını bloguna yollama fırsatı bulamayan "abla" gönülsüzce makineyi kapatır, bavulunu sessizce sürüyerek kapıyı çeker, çıkar.