30 Mart 2009 Pazartesi

The Number 23 ve Kader...

"Yağışlı havada yol boyu bakınırım, ne güzel! " deyip 4 numaralı koltuğu alan “abla”, bu dileğini gerçekleştiremez, mışıl mışıl uyuyup, gözünü açabildiği nadir aralarda yanındaki kadının hayretle "Vallaha iyi uyudunuz!" demesine neden olur: Avrupa yakasından yola çıkar çıkmaz, köprüye girmeden uyuma konusunda son derece yetenekli “abla”, kızı ve kız kardeşlerinin, sağlığında annesine gittikleri Balıkesir’i geçerek muavin de uyuduğundan, Akhisar’da durduklarında "...bereket şoför de uyumamış!" dedikleri yolculuk, hatırlardadır.

Karaağaç Köyü’nde inen “abla” taksici Ali tarafından hava durumu, deniz suyu sıcaklığı, site nüfusu gibi geçen bir aylık gelişmelerin görüşüldüğü özenli yolculukla evine ulaştırılır. Bavulunu badana sonrası ince temizlik gerektiren evin girişinde bırakır, fare düşse başı yarılır buzdolabına bakar, "hiç değilse süt, yoğurt, ekmek alayım, kediler gelirse mahcup olmayayım" deyip markete yollanır. Hava harika, bahçedeki iğde salındıkça kokusu verandaya ulaşmakta…


Dönüşte evin etrafını kedi nüfusu açısından kolaçan eden “abla” komşunun bahçesinde güllerin dibinde güneşlenmekte olan Çomar’la burun buruna gelir! Başlarda ürkek davranan, sıskalıktan yamyassı Çomar, düşük yapmadıysa gebe değil! “Abla”nın kedi sevgisini insan sevgisine yeğlemesinin önemli nedenlerinden biri, bir ay süreyle terkedilmiş belli ki aç kalmış hayvancık hiç sitem etmez; yine de kucak ve ısırma faslı için gerekli yabanîliğin geride bırakılması iki üç gün sürer.

Evin çevresini dolanırken komşusuna yakalanan “abla” çay daveti alır, "...yoldan yeni geldim, üstüm başım kir pas…" yollu itirazına bakılmaz. İstanbul’da festivalde, kızıyla karşılaştığı komşuları bu yılki yurtdışı rotasını sorarlar; “abla” kız kardeşinin yaz programını açıklarken, hanım "aaa!" der "bilmemkim bey de geçen ay Dubai’deydi!", kocasıyla bakışırlar, bey, bir sessizlik anından sonra, "ama der çok yaş farkı var!.." Yine de, “abla”dan 23 yaş büyük bilmemkim bey’i çaya çağırmaya kocasını yollayan hanım, hazırlık için mutfağa geçer, içeriden “abla”ya, "bak, rahmetli karısıyla tenis oynarlardı, sorarsa ben de oynarım de!, gel de bir ruj, allık süreyim, dik otur!" türünden taktikler verir. Yol boyu sürdürdüğü uykusunu alamamış, başka zaman olsa kapısını açmakla zaman yitirmeyip çoktaaaaan bahçe duvarı üstünden atlayıp kayıplara karışacak “abla” öööylece oturmakta; merak mı, tevekkül mü, miskinlik mi… belli değil! Bir akşam önce yine çaya çağrılmış bilmemkim bey, epey bir zaman sonra, "bahçede çalıştığından geciktiğini" söyleyip özür dileyerek, -artık bir şey sezdiğinden midir nedir?- mis gibi, tertemiz, bakımlı, kırmızı bir t-shirt, spor bir pantolon, pembe camlı gözlükle gelir, üzerinde mor uzun bir jile, içinde buruşuk kareli gömlek, beline bağlı pembe kazak ve uyku-ter-toz karışımı yol kokulu “abla” ile tanıştırılır. Cüneyt Arkın’a benzeyen, saçları başında, açık renk gözlü bilmemkim bey, yaşını gerçekten hiç göstermeyen motorsikletsever, sportmen hoş bir adam, bir beyefendi!

Ev sahibi çöpçatan ikilinin çanak sorularla yönlendirdiği sohbet akarken “abla”nın, ne tür bir içgüdüyle bilinmez, bir yaş küçük meslektaşı annesini tanıyıp tanımadığını sorup, "tanımadığı" yanıtı aldığı adam, “abla” ve ekibinin Küba yolculuklarına, "bu da nereden aklınıza geldi?" diyerek şaşkınlık gösterir. Ardından, "işlerini azaltıp üç ay İngiltere’nin güneyindeki dil kurslarından birine katılıp İngilizce öğrenmek istediğini" söyleyerek “abla”yı şaşırtır. Genelde böyle bir olupbitti karşısında huysuzluk eden “abla”, turşuyu kimin sattığı pek de belli olmayan eğlenceli sohbetle sakince akıp gitmekte… Hava iyice kararır, plajda gün boyu sosis gibi yatıp yana döne kızarma eğilimini yıllar önce terk etmiş “abla”, "plajda nasıl olsa rastlaşırız" diyen beyle ve ev sahipleriyle vedalaşıp kalkar.

Kafası karışık, eve girer, paralı kanalı açar; Joel Schumacher yönetiminde Jim Carrey’nin oynadığı The Number 23! Filmin başında title akarken 23 rakamıyla ilgili aktarılanlar: 23 sadece 1’e ve kendisine bölünebilen bir sayıdır, Julius Caesar suikast sırasında 23 kez bıçaklanmıştır, kanın vücutta dolaşımı 23 saniyede tamamlanır, Eski Ahit’e göre Adem’le Havva’nın 23 kızı var, anne ve baba çocuğun DNA’sına 23’er kromozom verir, insanlarda cinsiyeti 23. kromozom belirler, Antik Çin’de insanlar, çift sayıların kadınları, tek sayıların erkekleri temsil ettiğine inanırlardı ve 23 en erkeksi sayıydı…” Bu sonuncusu “abla”yı bayağı sarsar, o ayın 23’ünde doğmuştur; bir ankete göre cinsel kimliğinin %75 oranında erkek çıkmasını, kendinden genç erkekleri kafa dengi, çekici bulmasını, yaşamı boyu erkekçe seçimler yapmasını hep buna bağlar…

Rehberinin kendisi olduğunu yeni keşfetmiş "abla", hafızasını yitirmiş bir adamın bıraktığı mesajla, kendisini buluşunun, kendisine kavuşmasının, psikolojik gerilim filmi formatlı muhteşem hikâyesini beğeniyle izler, bitirir; aklında, 23 yaş büyük bilmemkim bey, kumanda ile 23 ‘ü tuşlar; TürkMax’da bayıldığı Zeki Demirkubuz’un çok beğendiği filmi, müziğiyle ruhuna işleyen Kader!

29 Mart 2009 Pazar

Mevlâna Celâleddin-i Rumi: Aşkın Dansı, Children of Men (Son Umut), Dark Blue Almost Black (koyulacisiyahayakın)...

Festival sonrası, arada bir koşu, kız kardeşiyle Mevlâna Celâleddin-i Rumi: Aşkın Dansı’nı da gören “abla” hayal kırıklığına uğrar. Yönetmen: Kürşat Kızbaz Canlandırma: Sinan Tuzcu, Özcan Deniz, Burak Sergen, Turan Özdemir... Seslendirmede Yıldız Kenter, akademik görüş bildiren birkaç kadın ve filmin başında annesi dışında kadın yok! “Abla” üşenmez araştırır: http://ansiklopedi.turkcebilgi.com/Mevlana_Muhammed_Celaleddin-i_Rumi
“...1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'l-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kalmışlardır. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlenmiş bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu olmuştur. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yapmıştır. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi...” Özenle çekilen, maddi manevi destekli filmde, dört oğul bir kız çocuk sahibi Mevlâna’nın yaşamının bu yanından hiiiiç söz edilmez, Şems-i Tebrizi’ye olan sevgisi ise altı çizile süslene, yana yakıla anlatılır da anlatılır: Sonuçta, 26 bin beyitten oluşan Mesnevi’yi okumakla, Mevlevi, semazen olmakla ulaşılacağı şüpheli Tanrı Sevgisi teması tekrarından kafası karışık izleyici, “abla”nın bir başka boyuttan olduğunu düşündüğü garip görünüşlü Şems-i Tebrizi ile Mevlana’nın çoğu kişinin bıyık altı tebessümle yanaştığı ilişkisini nasıl anlamlandırabileceğini bilmeksizin sinemadan çıkar!

Evde devam eden DVD gösterimlerinde “abla”nın en beğendiği filmlerden biri; Children of Men (Son Umut) yönetmen Alfonso Cuaron. 2027, Londra, ölen 18 yaşındaki son çocuk... haberiyle başlayan bilimkurgu türündeki filmin Clive Owen, Julianne Moore, Michael Caine’li zengin kadrosu, son doğumdan bu yana geçen kaotik zamanı, terörden korunması gereken hamile bir zenci kadını konu alır, işlenişi, öngörüsünün isabetliliği, kadrajları ile muhteşem! değerlendirmesini hak eder.

Bir diğeri, Daniel Sanchez Arevalo yönetiminde, geçen festivallerde gösterilmiş bol ödüllü Dark Blue Almost Black (koyulacisiyahayakın), sınıf kavramı, kompleksler, eşcinsellik ve elbette! önyargılar üzerine pek güzel bir film!

"Abla", genelde memnun kaldığı festivalin, reklam filmlerini kayda değer bulmaz. Ve Karanlığın Gölgesinde, Yargısız İnfaz

Kızının "eee, festival bitti, şimdi ne yapacaksın?" sorusunu "bunalıma gireceğim!" diye yanıtlayan “abla” festival kataloğunu açar, kızkardeşinin verdiği biri yeşil diğeri pembe iki flomaster ile festival boyunca gördüğü filmleri yeşille, önceden gördüklerini pembe ile işaretler.

Genelde memnun kaldığı festivalin, reklam filmlerini kayda değer bulmaz; yaratıcısının adını taşıyan markanın, canlandırmayla anlatıldığı akılda kalıcı bir spor ürün markası, fena sayılmaz denebilecek diyet ürün reklamı, sürücülerin zarar görmediğini öne süren ama izleyicinin film boyu tokuşup dağılan arabalar dışında sağlam/hasarlı hiç sürücü görmediği arabalarımız sağlam! iddiasında bir reklam filmi, yeni modellerin sizi çok özel yaptığı, bunu anlatırken çevrede kırıp dökmedik bir şey bırakmayan bir adamın başrolünde olduğu bir başka araba reklamı, sıradan bir gözlük, sigorta... reklamları. Festival sponsoru Akbank’ın “...destekliyoruz” temalı reklam filminin “...zamandan çaldığınız” kısmındaki çalmak sözcüğüne takılan “abla” için sinema, kayıp/ziyan edilen değil, tersine değerlendirilmiş zamandır: Kamera Dünyanın dört bir yanında yöneldiği insanı, hikâyesini aktarırken “abla”ya kendisini anlatır, sinema koltuğu “abla”nın oturduğu, gözlediği, gördüğü üzerine düşündüğü, kendini öğrendiği Konsomasyon Taburesidir!

Arkadaşlarını görmek, olağan Tahtakale ziyaretini yapmak, ufak tefek bürokratik işlemler için zamanı kalmadığını gören “abla”, yazlıkta kendi evinde birkaç gün geçirip denize bile girmiş arkadaşının bembeyaz top top çiçek açmış haberini getirdiği akasyalı evine dönme işini bir hafta daha erteler. Kızkardeşinin arkadaşları ile Nevizade’de, “abla”nın, sahibinin, Gökçeada’da tanıştıkları Dibek Kahvesi ile meşhur müteveffa madamın erkek kardeşi olduğunu öğrendiği İmroz’da buluşurlar. Çıkışta Balıkpazarı’nın Cadde’ye kavuştuğu köşede niyetçiye takılırlar; adam, ikisi yetişkin biri bebek tavşanlarını severken bebeği “abla”nın başına koyar, bu güzelim poz cep telefonlarınca derhal kaydedilir. Ebeveyn tavşanlardan birinin “abla”nın niyetine çektiği kağıtta yazanlar: Dindar, çalışkan, idealist, ülkücü bir yapıya sahipsiniz. Yoksulların, acı çekenlerin haklarını koruyacak bir dünya istiyorsunuz. Tüm gücünü kötülüklere son verecek işlerde kullanıyor ve genellikle başarıyorsunuz. Sebastian’ın taa ciğerine seslenen bu caanım sözler nasıl reddedilebilir? Çekilen diğer niyetlerin de içeriği genel olarak onaylanır, kızkardeşler, arkadaşlarınca paylaşılıp evlere bırakılır.

İzleyen bir kaç gün, “abla”nın dünürlerinin ziyaret haberi üzerine kız, kuzen, damat üçlüsünün yaşadığı; bornoz, iri boyda bir tencere gibi şeylerin kaybolduğu bir çeşit Bermuda Şeytan Üçgeni’ne dönüşmüş evin elden geçirilmesine ayrılır. Hava muhalefeti yüzünden eve tıkıldıkları gün içinde misafirlerle, şempanzeler üzerine bir belgesel izlenirken, siyah beyaz eski bölüm “abla”nın dikkatini çeker. Biri, elinde dolu bir süt şişesi tutan tellerle üretilmiş anne maketi, diğeri süt şişesi taşımayıp tellerin üzeri yumuşak kumaşla kaplanmış bir başka bir anne maketi: Yavru şempanzeler acıktıklarında gidip süt içerler ve geride kalan zamanlarının tamamını yumuşak kumaş kaplı maketin kucağında geçirirler! Muhteşem! Dokunmanın önemi üzerine inanılması zor, etkileyici bir gözlem! “Abla”nın, Irvin D. Yalom’un Nietzsche Ağladığında ve Divan kitaplarında okuyup, terapistinin onu ille de omzuna dokunarak uğurlayışında test ettiği dokunulmak, bazı ruhsal hastaların dokunulmaya tepkileri, dokunulmanın taciz başlangıçı olabileceği kaygısıyla bir diğerine dokunmayan -örn. Amerikan- toplumların arızalı duygusal yaşamları, bizim sıkı sıkı sarılmaya yatkın, sevecen ve çoook daha dengeli duygusal toplumumuz, bir çok gözleminin yerli yerine oturduğu, bütünleşen bir manzara oluşturur. Bu çok önemli diye düşünür "abla" dokunulmak; bu anda, burada! olduğumuzun yaşamsal kanıtıdır ona göre...

Misafirlerini uğurlayıp arkadaşlarıyla ikili, üçlü buluşmalar yapan, gideceği güne dek zamanını bu amaçla dolduran “abla” akşam saati eve dönüp taşra saatiyle yatmaya gitmeye kalkıştığında kız tarafından durdurulur. Salonda mini bir Sinematek oluşturmuş kızı, bilinçli seçimle büyütmeye başladığı film arşivinden bir kaç film seçip önüne kor ve bunları izlemesi gerektiğini, beğeneceğini söyler: Armut dibine düşer diyen “abla”, David Cronenberg'in Örümcek'ini, Joe Wright'ın yürek ezen Kefaret'ini, festivalde Düşüş ile izlediği Tarsem Singh’in bayıldığı ilk filmi Hücre’yi (bir kez daha), Gavin Hood’un yönettiği vizyon filmi J. Gyllenhaal, R. Witherspoon, Meryl Streep’li Yargısız İnfaz’ı izler, bu sonuncudan çok etkilenir. 11 Eylül korkusuyla hukuku bypass eden Amerikalıların bir Müslümana önyargılı, işkenceli yaklaşımları ile başka bir Müslüman intihar bombacısının son günlerinin içiçe geçmiş anlatımını pek beğenir “abla”...

Arada Cadde’ye de gider ana-kız; festivalden vizyona düşen bir Kanada filmi, Denys Arcand’ın, beğendikleri Amerikan İmparatorluğu’nun Çöküşü ve Barbarların İstilâsı üçlemesinin sonuncusu, bir komedi: Karanlığın Gölgesinde... Modern toplumun konforu sağlanmış, iletişimsiz, mutsuz, maddi tatminlerle yaşayan üyelerinden biri; Feng Shui’ye göre düzenlenen, gülme kursları aldıkları Belediye’de şikâyetleri dinler, binaların 1.5 km yakınında sigara içme yasağı yüzünden gizlice sigara içer, zenci iş arkadaşına zenci dediği için özür dilemesi beklenir. 1.5 yıldır sevişmediği taşrada emlâk satışında 3. sıradaki, sürekli telefonda karısı, Walkman’lerle dışarıya kapalı, TV oyunlarına gömülü kızları arasında yaşamanın anlamsızlığının farkına varan aile babası, haftada bir ziyaret ettiği, kendisini tanımayan annesinin ölümü üzerine “abla” gibi inzivayı seçer; deniz kenarına babasından kalan eve göçer. Komşularından hiç konuşmayıp balık avlayan çok yaşlı bir adamın eşi ve diğer komşularla bahçe işi yaparlar... Film, adamın, kovalar dolusu elmayı reçel yapılmak üzere soyduğu bir sahneyle sona erer. “Abla”nın insanın yiyeceğini üretmek üzere doğanın döngüsüne katılmasının ruhsal sağlığa olumlu etkisi saptamasına katılan kızı da annesi gibi filmi beğenir.

Alkazar Sineması girişindeki afişlere göre; festivalden geçen, Lütfen Başa Sarın, Boleyn Kızı, Karanlığın Gölgesinde oynamakta, İşte Özgür Dünya, Ben X, Karamel, Kırmızı Balonun Yolculuğu sırada... Caddede, Alkazar Salonları dışında bir de Beyoğlu Sineması izlenmeye değer filmler göstererek hayâl kırıklığına yol açmayacak bir program izlemekte...

“Abla” son gününde, üç film daha görerek 27. Uluslararası İstanbul Film Festivalini kapatır: Çözülme, Yitirdiğimiz Şeyler ve Into the Wild

20 Nisan 2008, Pazar akşamüstü, saat 19:30; festivaldeki son üç filmini izleyip Şişli’ye yürüyüşe geçen “abla” öğrencilik yıllarından kalan, unuttuğunu sandığı, kendini hayatta eğreti hissetmekten doğup damağında acı bir tad bırakan duyguyu tanımladığında Harbiye Orduevi’nin nöbetçili duvarı önünde yürümektedir; hava aydınlık, inşallah kimse görmez! dediği bir kaç damla yaş yanaklarından yavaşça süzülür. Bu, “abla”nın okumaya İstanbul’a geldiği ilk yıllara ait bir Pazar akşamüstü standardıdır; annesinin hafta sonu çocuklar gelecek diye evi, buzdolabını sevgiyle doldurduğu, üzülmesinler diye babayla tartışmayı boşladığı iki günden şehre dönüp pencerelerde, yerde serili bir şey yok diye tanımladığı iç üşüten yurda, teslim saatinin tarife sığmaz acısı!

Çözülme, İsrail Sineması’ndan tanınmış yönetmen Amos Gitai’nin siyasi bakış açısı içeren filmi. 2005’te yarı Fransız Juliette Binoche ile evlât edinilmiş İsrailli Liron Levo’nun babalarının ölümü üzerine bir araya gelmeleri, adamın mal varlığını kızının 20 yıl önce İsrail’de doğurup terkettiği torununa bıraktığı anlaşılınca onu görmeye İsrail’e gittiklerinde Gazze’den çekilişin ortasına düşmeleri... Bir kaç seans önce aynı filmi, yönetmenin katılımıyla izleyen kızkardeşinin anlattığına göre; izleyicinin İsrail yanlısı bulup tepki gösterdiği yönetmen, iddiaları yanıtlamayı "bu belgesel bir film değil!" diyerek reddeder. "Abla" yönetmene hak verir; Filistinli yönetmenlerin de kendi hikâyelerini anlatan filmler çektiklerini, her iki tarafın âdil biçimde anlatıldığı filmler yapıldığındaysa büyük olasılıkla sorunun üstesinden gelinmiş olacağını düşünür.

Yitirdiğimiz Şeyler, yönetmen Susanne Bier. Halle Berry, karısını döven bir adamın ayırmaya çalışırken vurduğu kocası David Duchovny ardından, onun asla silmediği eroinman arkadaşı Benicio Del Toro’ya yardım eder. Eşyalara, insanlara, uyuşturucuya... bağımlılıklar üzerine hüzünlü bir film. Girişte Emek Sineması işletmecisi Hikmet Bey’in biletlerini keserken “abla”nın kızkardeşine "ağlayacaksın!" diye takıldığı kadar var; vizyona girecek filmlerden...

Hava sıcak, kızkardeşler soğuk bira hayâliyle Çiçek Pasajı'na yollanırlar, girişe yakın iki tabure arasındaki yuvarlak masaya oturup 16:00'da sinemaya yetişeceğiz diye uyardıkları garsona, bira, kızarmış patates ve kızkardeşin Nevizâde'den daha başarılı bulduğu kalamar ısmarlarlar. Ortam çok güzel, bunu tekrarlayalım! kararı alıp bir sonraki film için çıkarlar.

“Abla”nın 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’ndeki son filmi Into the Wild; yönetmen Sean Penn’in bir arayış hikâyesi anlattığı film yaşanmış olaylara dayanan bir romandan... Üniversiteyi başarıyla bitiren Emile Hirsche, ana (Marcia Gay Harden) baba(William Hurt)sının mutsuz evlilik ortamını, kariyer, para takıntılı yaşamlarını geride bırakır, arabasını yolda terkeder, parasını yakar, yürüyerek Alaska’ya doğru bir arınma yolculuğuna çıkar. Otostopta tanıştığı hippi çiftle sohbet ederken kimileri kendilerini aşka lâyık bulmazlar, çevrelerine kimsenin girmesine izin vermedikleri bir alan yaratırlar türü saptamaları yazdığı defterine, çok benzeyen iki ottan zehirli olanını yiyip ölürken yazdığı son sözcükler, yaşantılar paylaşılmadıkça mutluluk olmaz.

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali, 15. günü “abla” dört film daha görür; Duygusal Hesaplar, Sibirya Ekspresi, İkinci Nefes, I’m Not There

Ev halkı uykuyu seçince, “abla” sessizce kapıyı çeker, çıkar. Cevahir Otel önü Burhaniye söyleyişiyle anacım babacım günü; Bomonti’ye inme niyetiyle polis bariyerini aşarken gözüne ilişen 17. MÜSİAD Olağan... yazılı bez afiş durumu açıklayıcı niteliktedir.

Caddeye 10:30’da giren “abla” Hacı Bekir’de çay ve börekle güzeeeelce kahvaltısını yapar. Gün boyu ardarda uzun filmler, söyleşiler izleyeceği için, film aralarında ayaküstü olsun bir şeyler atıştırma fırsatı bulamayacağından akşama dek bununla yetinecektir!

Duygusal Hesaplar, yönetmeni Paolo Barzman eliyle, Max von Sydow, Susan Sarandon, Gabriel Byrne’nin canlandırdığı, ölüm/çalışma kamplarına geçiş yeri Drancy’den kurtulup 40 yıl sonra kadının ailesinin çiftliğinde bir araya gelen üç kişinin bir arada olmaktan duydukları mutluluğu, yaşanmamış bir aşkı, aşılamayan acıya bağlı yaşamın çevredeki kişilere etkisini anlatır. Festivalin güzel filmlerinden... “Abla” ile kızkardeşi Emek Sineması arka kapısından çıkıp dolaşarak ön kapıya yönelirler. Bunu, gün içinde üç kez (kızkardeş için dört) daha tekrarlayacaklar...

Sibirya Ekspresi, yönetmen Brad Anderson “abla”nın çok beğendiği filmlerden Makinist’in de yönetmeni, konuşmayı seven, boylu poslu, yakışıklı bir adam sahnede; "...21 yaşında bu trenle yaptığı yolculuğu, 6. filminde o anılardan esinlendiğini, uyuşturucu trafiği içindeki kirli polis Ben Kingsley karakterinin Suç ve Ceza’daki polis müfettişine dayandığını, Rusya’da çekim izni alamadıklarından dış çekimleri Litvanya’da yaptıklarını..." anlatmakta... Film, Çin’den Moskova’ya giden Sibirya Ekspresi’nin yemekli vagonunda, eski bir Gulag mahkûmunun "Amerika’da bir şey öğrenmek için gider kitap alırsın, Rusya’da aynı şey için gidip bir kürek alman gerekir; tüm Sibirya’da toprağın altı, bilimadamları, sanatçılarla dolu!" dediği sohbet sırasında, eroin kaçakçısı bir adam ve kız arkadaşıyla tanışan Woody Harrelson, Emily Mortimer ikilisinin, bu tanışıklık sonrası hızlanan, cinayet ve işkence ile ağırlaşan gerilim sarmalına dolanıp nasıl sıyrıldıklarının hikâyesini anlatır. Festivalin en güzel filmlerinden birinin bu olduğunda hemfikir olan kardeşler, senaryoda açık olup olmadığını gözden geçirirken, dolanarak üçüncü film için ön kapıdan girerler. Onları festivallerden tanıdığından tekrar tekrar görmeyi şaşırtıcı bulmayan Murat Bey’e biletlerini verip gösterdiği yere otururlar.

Emek Sineması sahnesinde mor kadife perde önünde Atilla Dorsay, İkinci Nefes filminin yönetmeni, “abla”nın ve kardeşinin Dünyanın Bütün Sabahları filmiyle tanıyıp sevdiği Alain Corneau ile söyleşmekte: Daniel Auteuil, Monica Bellucci’nin oynadığı film, yazarın başından geçenlere dayanan, 1958’de yönetmenliğini de yaptığı bir dizi film çektiği bir polisiye. Yönetmenin söyleşide altını özenerek çizdiği onur kavramını yeniden gündeme getirecek muhteşem bir kara film! Acımasız gangster, polis tarafından tuzağa düşürülüp muhbir gibi gösterilince, adına/onuruna düşen bu lekeyi temizleyebilmek için canından, hayatının aşkından vazgeçer. “Abla” ile kardeşi tekrar dolanarak Emek’in ön kapısına giderken zaman içinde değişen değer yargıları üzerine konuşurlar; kızkardeşinin teknolojinin yozlaşmayı hızlandırdığı fikrine “abla” katılmamazlık edemez.

I’m Not There, kataloga göre tarifi zor Amerikan ikonu Bob Dylan üzerine aykırı bir film, yönetmeni Todd Haynes. Ozan şarkıcı; bir küçük zenci çocuk, bir kadın (Cate Blanchett), Christian Bale, Heath Ledger... tarafından canlandırılır. Çıkışta kızkardeşler, filmin, fanatik Dylan hayranı olmayanlar için bayağı yorucu olduğu konusunda hemfikir olduklarını görürler. Yıllar önce, çok sevdiği malûm iki parçası One More Cup of Coffee ve Blowin’ in the Wind aşkına gittiği Harbiye Açık Hava Sahnesi’ndeki Dylan konserini hatırlayan “abla” "ne işim var bu filmde?" diye düşünmekten kendini alamaz! Konserinde alabildiğine yabanî tavırlarla, izleyicinin coşkusuna hiiiiç yanıt vermeksizin şarkılarını söyleyip çekip gidişi epeyce konuşulan Dylan, herşeye karşın, zamanının dışında/ötesinde fikirleri olan, bu yüzden Dünya yaşamında uyumsuzluk/mutsuzluk yaşayan aykırı kişilerden biridir “abla”ya göre...

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali, 14. günü “abla” üç film daha ekler gördüklerine; Uçuş Dersleri, Striptiz Hikâyeleri, Hisar Kısa Film Seçkisi

Damadı, MovieMax’de, festivalde izlediği Bataklık filminin yönetmeni İzlandalı Baltasar Kormakur’un, Forest Whitaker’li filmi Cennete Kısa Bir Yolculuk’u izlerken bırakan “abla” evden çıkar.

Festivalde izlemezse eksiklik hissedeceği İtalyanca konuşulan film Uçuş Dersleri, İtalya, Fransa, Hindistan yapımı; festivalde konusu, “abla”nın ülke değil, gezegen! diye tanımladığı Hindistan’da geçen üçüncü film. Yönetmeni Francesca Archibugi olan filmin üçüncü cümlesi "...’88’li bir erkeğin ‘72’li bir kadın hakkında ne düşündüğünü sormuştun?.." 18 yaşlarında biri Hint kökenli evlâtlık, diğeri Musevi çok zengin iki genç Hindistan’a giderler. Biri, yaşça büyük bir kadın doktora âşık olur, diğeri kızkardeşini bulur. Kadın doktor delikanlının sevgisinden etkilense de, kendisi gibi bir yardım kuruluşunda çalışan kocasıyla önce çıkmaza giren ilişkisi tazelenir. “Abla” 600 yıllık Arap etkisi yüzünden bize çok yakın bulduğu İspanyollar kadar olmasa da İtalyanları, duygularını, hayatı dolu dizgin yaşamayı seçen bu insanları sever.

Striptiz Hikâyeleri, yönetmen Abel Ferrara: Bir striptiz kulübün tek gecesi anlatılan filmde Willem Dafoe kumarbaz ama “kızları”nı babaları gibi sevip kol kanat geren patron rolünde. Karmaşık, karanlık, komik film, büyük ikramiyenin çıktığı film boyunca aranan kayıp loto biletinin ortaya çıkışının, hep birlikte sevinçle kutlandığı sahneyle sona erer.

Festivalde, yıllarca Canlandırma Sineması izleyen "abla" bu defa kısa filmi yeğler: Kataloga göre, Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi tarafından düzenlenen Hisar Kısa Film Seçkisi’ne bu yıl 140 film başvurmuş. En iyi 10 kısa film yönetmen Ezel Akay, FIPRESCI Başkanı Klaus Eder ve İngiliz sinema dergisi Sight and Sound’un editörü Nick James tarafından seçilmiş: Doğal ve çok başarılı anne rolüyle Güvercin Taklası yön. Seyfettin Tokmak, Ferit Edgü hikâyesinin güzel güzel anlatıldığı Bir Cinayetin İki Öyküsü yön. Mehmet Aslan, Cleaning Lady’s Dreams yön. Banu Akseki, sevgi peşine takılıp varolma hevesinin tatlı anlatımı Sardunya yön. Mustafa Emin Büyükcoşkun, A Possible End yön. Deniz Arslan, İsrail saldırılarının izlerini belgeleyen Beyrut’a Gittiğimi Anneme Söylemeyin yön. Didem Şahin, Vidalar yön. Can Evrenol, istenmeyip reddedilmenin acısının büyük sadelikle aktarıldığı Yaban yön. Hakan Savaş Mican, Omega Tilki yön. Melisa Önel ve “abla”nın en beğendiği, Diyarbakır’da bir ilköğretim okulunda, bir günü nöbetçi olarak geçiren İrem’in trajikomik macerası İrem yön. Sait Korkut...

Bir sonraki seansın saatine taşan gösteri biter; abla”, "İngilizce altyazıyla verilen Kürtçe, Almanca konuşmaları anlayamadığını" söyleyip sızlanırken kızkardeşi, "bu Boğaziçi Üniversitelilerin olağan tavrıdır, herkesin İngilizce bildiğini varsayarlar" der. Emek Sokağı başında ayrılırlar, “abla” Balık Pazarı’na yönelir, bir kaç gün önce camında gördüğü BEYİN SALATA 4 YTL yazısı üzerine işaretlediği küçük lokantaya, Tarihi Cumhuriyet İşkembe Salonu’na girer. Bir kase işkembe çorbası üzerine kıyılmış göbek, maydanoz, havuç, biber ve domatesle sunulan beyin salata yerken kasadaki gençle TV’de o arada verilen haberde duyduğu su anlaşmazlığı yüzünden beş kardeşin öldürüldüğü haberi üzerine görüş alışverişinde bulunur. Oğlan “abla”nın bunun bir kan davasına yol açıp açmayacağı sorusuna beş yüksek öğrenimli kardeşim, akrabam öldürülse ben durmam! yanıtı verir. Caddeye akan insan selini tersine yaracak gücü olmayan “abla” bu kez ters yöne, Tepebaşı’na yürür, Şişhane’ye iner, Şişhane- Okmeydanı minibüsüne biner, yazısını damadın işi olmadığından izin çıkan evdeki bilgisayarda yazmak üzere eve yollanır.

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali, 13. günü “abla”nın gördüğü üç yeni film; Ara, Son Yolculuk, Talih Yolları

Olağan sabah yürüyüş rotası üzerinde “abla”, bir apartman girişinde görüp güldüğü duvara yazılı Erdi, sana kim verdi yazısı dışında olağandışı bir şey görmeksizin giderken, Osmanbey’de Gazi Sinemaları panosuna göz attığında şaşırır; az sonra Emek Sineması’nda göreceği Ara, 4. salonda çatır çatır oynamakta!

Filmden sonra söyleşi için döneceğini belirten, “abla”nın çok beğendiği 9’un da yönetmeni Ümit Ünal sahneden iner, tek mekânda, 13 günde, sınırlı bütçeyle çekilmiş film, Ara başlar; ikisi ikişer rolde olmak üzere dört tiyatro kökenli oyuncu Erdem Akakçe, Betül Çobanoğlu, Serhat Tutumluer, Selen Uçer, iki üç kişilik yardımcı oyuncu ile iç içe geçmiş birkaç aşk hikayesi anlatır. İzleyiciden gelen "9’da da, eşcinsellik, asker baba vardı, neden?" sorusunu yönetmen "otobiyografik öğeler var tabii, karakterler benim ağzımdan konuşuyorlar" diyerek yanıtlar. Polonyalı bir izleyici dar alandaki çekim başarısını över ve "filmde sürekli içki içiliyordu, bir İslâm Ülkesi için bu normal mi?" diye sorar, "biz de sohbetle çok içeriz ama bu bizim tipik Müslüman refleksimiz değil!" yanıtı alır. "Dar alanda kamera sürekli oyuncuların üzerinde, zor olmadı mı, doğaçlama yapıldı mı?" sorusunu "oyuncular hikâyeye inandık, o yönde oluşturduk, oyunculuk açısından kaçacak yer yoktu" diye yanıtlarken, yönetmen "sıkı senaryonun devamlılık içerdiğini dolayısıyla doğaçlama olanağı olmadığını ama üzerinde 3-4 ay birlikte çalışıp prova yapınca çekim için 13 gün yettiğini" söyler. "Çocukluğumdan bu yana toplumumuz, özellikle 80 sonrası çok değişti, yırtma gayesi içinde arsız bir toplum olduk. Arkadaşlarımın birçoğu 40’lı yaşlarında içine düştükleri manevi boşlukla mücadele etmek zorunda kaldılar, filmlerimde insanların içlerinde yaşadıkları karşıtlıkları anlatmaya çalışıyorum" diye ekler. Arada, havaya atılıp tutulan bebekli sigorta, gömlek beyazlıklarının karşılaştırıldığı deterjan reklâm filmlerinin, kliplerin; Arkadaşlık nedir? Benim için arkadaşlık pazara kadar değil mezara kadardır! türü diyalogların yankılandığı dizilerin çekimine kiralanan eski bir apartman dairesinde geçen konuyu, aşkın birçok yönden anlatıldığı bu çok dürüst çok güzel filmi “abla” hayranlıkla izler. Çıkışta yönetmeni kıstırır, "elinize sağlık" der, "filmin en güzel cümlesi bence baş erkek oyuncunun ortağına söylediği İstanbul’un ortasında biz Hummer’larla ne yapıyoruz ağbi?"

Müziklerini Clint Eastwood’un bestelediği Son Yolculuk’ta yönetmen James C. Strouse, çavuş karısını Irak’ta kaybeden John Cusack’ın biri 12.5, diğeri 8 yaşındaki iki kızına, bunu nasıl anlatacağını bilemeyip onları bir eğlence parkına götürmek üzere yaptıkları iki-üç günlük yolculuğu anlatır. Kızların amcaları "orada -Irak- ne işimiz var?" derken, babaları orduya girmek için göz bozukluğunu hileyle saklamış… “Abla”, kız kardeşinin Cine Majestik’te görüp, Amerikalıların, Amerikan toplumunun yaşam tarzını korumayı sorgulamaya başlamalarını bundan daha etkileyici işlediğini bildirdiği Tanrı’nın Vadisi’nde filmini listesine alır.

16:00 seansına kadar bir saate yakın zaman var, kız kardeşinin arkadaşı “abla”yı önüne katar, Asmalımescit, Minare Sokak No 1’de İlhan Usta Canım Ciğerim’de, yanında ezme, roka, maydanoz, közlenmiş domates biber soğan, sumaklı soğanla servis edilen nefis ciğer ısmarlar… Tek başına bilmediği lokantalara/mekânlara girme konusunda çekingen “abla” yemekten çok burayı kendisine tanıştırdığı için arkadaşına teşekkür eder.

Sinemada İnsan Hakları Bölümü’nden Talih Yolları, Michael James Rowland’ın yönettiği Avustralya filmi, 1990’da bir grup Iraklı ve Kamboçyalı kaçağın Endonezyalı bir balıkçı teknesiyle gitmeye çalıştıkları kentlere yüzlerce kilometre uzakta çöl kıyısına bırakıldıkları, devriye tarafından toparlandıkları, 12 kişiden birinin iltica talep ettiği, diğerinin Perth’e ulaşıp babasını bulduğu gerçeklere dayalı bir hikâye anlatır.

Damadın photoshop’taki yoğun işleri yüzünden uğrayıp, kısıtlı zamanda ancak yazısını yazdığı Mis Sokak’taki İnternet Cafe dolu, kapının dibindeki yere ilişmeye çalışırken sevdiği 9 numara boşalan “abla” cam kenarına geçer, kulaklığı takar, yazısına başlar.

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali, 12. günü “abla” dört yeni film daha görür; Düşüş, Kaçış, Honeydripper, Okul Yıllarım

ABD, İngiltere, Hindistan yapımı bir film Düşüş: “Abla”nın birkaç yıl önce izleyip bayıldığı, türünün en iyilerinden fantastik bilimkurgu korku filmi Hücre’nin yönetmeni Tarsem Singh’ten! Sevdiği kadın oyuncunun ihaneti üzerine intihara kalkışan, yaralanıp kımıldayamadan yattığı hastanede, “abla”nın içindeki çocuk 5 yaşındaki meraklı, hareketli, tek kolu alçıda Alexandra’yla ahbaplık kuran genç aktör; kıza anlattığı hikâyeleri heyecanlı yerlerinde keserek devam etmesi karşılığında kendisine intiharı bir kez daha deneyebileceği ilâçlar getirmesini sağlamaya çalışır. İnanılmaz bir görsellik, muhteşem görüntüler, giysiler, çevre düzeni… içinde maskeli bir kahraman, Afrikalı bir köle, bir patlayıcı uzmanı tüccar, Darwin, ağaçtan doğan bir mistik! Maskelinin âşık olduğu kadının yüzünü gizleyen erkek, kalbindekini söyleyemez dediği adam kırık kalbinin acısıyla hikâyenin kahramanlarını tek tek öldürmeye başladığında çok başarılı oyunuyla küçük kız ağlayarak "niye herkesi öldürüyorsun?" diye sorar. "Bu benim hikâyem" diyen adama "benim de hikayem!" yanıtı verir ve ölen babasıyla özdeşleştirdiği adamı ölmeye bırakmaz. Festivalin 12. gününde, “abla”ya göre, izledikleri arasında en iyi film!

Hava serin! Bitişikte Hala’ya giden “abla” yuvalama çorba içer, içini ısıtır, yeniden Atlas Sineması’na girer, bunu bugün, üç kez tekrarlayacaktır! Kaçış da Düşüş gibi, katalogda belirtildiği biçimiyle tarzı, yaklaşımı, tekniği ya da anlatımı farklı, alışılmadık, öncü, bazen zorlayıcı bazen deneysel filmlerden oluşan Mayınlı Bölge filmlerinden: Yönetmeni Pang Ho-cheung. Kadınların, erkeklerin kökünü kazımaya kararlı oldukları bir örgütle cinayetler işledikleri bir Çin filmi. Uzakdoğu sinemasının kendine özgü stilize anlatımıyla yine kendine özgü mizah anlayışı içinde gelişen ağır tempolu filmlerden…

Tünel’e doğru yürüme niyetiyle Yapı Kredi Sergi Salonları önünden geçerken, büyük boy portrelere gözü takılan “abla” içeri girip, 1981 Ankara doğumlu Pınar Yolaşan’ın, 27-90 yaş arası Afrika kökenli Brezilyalı kadın portreleriyle oluşturduğu “Meryem” isimli sergiyi gezer. Sanatçı, moda, kadın bedeni, kölelik, sömürge, fotoğraf, ölüm temalı sergi için Brezilya’nın kuzeydoğusundaki Bahai’da, İtaparica Adası’nda yaşayan kadınlara, saten ve kadifeden kendi diktiği ve işkembe, koç yumurtası, göz, dil, plasenta ile süslediği kostümleri giydirmiş! “Abla” 22 portreyi temiz, güzel, anlamlı ve cüretkâr bulur.

Honeydripper, kataloga göre tabu yıkıcı yönetmen John Sayles’in rock’n roll’un doğuşuyla ilgili güzel filmi! 1950 Alabama, yoksul kasabanın değişmekte olan müzik beğenisi, teknoloji yüzünden müşterisi kalmayan Honeydripper kulüb(esi) işletmecisi Danny Glover’ın, bir yandan da zenci olarak, yaşama zahmetiyle ayakta kalma çabası… Cazı, zenci müziğini, zenci dinsel müziğini pek tanımadığından sevip dinlemeyen “abla” bu filmi, hüzünden süzülen müziği çok beğenir!

Alin Taşçıyan’ın …yine kovboylar kazanacak, Kızılderililer sürülecek… dediği yazısında belirttiği, işletme maliyetlerini karşılayamadıklarından, bir çözüm bulunmazsa Temmuz’da kapanacak, Avrupa filmleri gösterdiğinden “abla” için çok önemli Beyoğlu Sineması Cafe’sine inip kızkardeşiyle demleme çay içen “abla” günün son filmi için Fitaş’a yollanır.

Yönetmen Jacob Thuesen. Okul Yıllarım; “abla”nın günümüzün en iyi sinemacısı dediği, bayıldığı Lars von Trier’in yeniyetmeliğinde çektiği görülmemiş kayıtları içeren, küçük kasaba çocuğu Erik Nietzsche (von Trier)’nin Danimarka Ulusal Film Okulu’na girişi, 1979-1982 yılları arasındaki öğrenciliği, tutucu öğretmenleri, arkadaşları, aşk hayatı, aykırı fikirleri yüzünden yokuşa sürülse de başarılı mezuniyeti ve kataloga göre “naif yetenekten hesapçı bir sanatçıya dönüşmesini” anlatan bir komedi… Lars von Trier’in bir kaç festival önce, 45 dakikalık ikişer bölümünün tek seansta gösterildiği, 8 bölümlük Krallık adlı eski, koca bir hastanede yaşananları anlattığı muhteşem dizisini izleyen “abla” ve kızkardeşi baş kadın oyuncunun, asansörle düşerken kesildiği son bölümden sonra, baş erkek oyuncunun ölümü yüzünden dizinin devamının çekilmeyeceğini öğrendiklerinde çok üzülürler. Bir süre sonra “abla”, cnbc-e’de geç saatte yayınlanan, zekice yazılmış senaryosu, çok özgün espri anlayışıyla üretilmiş caaanım diziyi gözleri fal taşı gibi açık, aynı heyecanla izler!

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali, 11. günü “abla” üç film daha ekler gördüklerine; Kara Toprakların Kızı, Bataklık ve Münferit

05:00! Bir gece önce 21:00'de başladıkları çekimden dönen damat yatmaya giderken, karısı bir başka çekimin makyajı için “abla”nın takım sandığı dediği metal malzeme çantasıyla evden çıkmaya hazırlanmakta... 08:00! Henüz yatmış uykusunu mayalayamamış damat, kapıcının kuzen arabasını çeksin! uyarısıyla uyanır, kuzeni uyandırır, uykusunu aldığından kalkma saati gelmiş “abla” kendiliğinden uyanır. Eh artık bir araba alırsın! dolduruşuna gelmeyip tekerlekli bir şey sahibi olmama konusundaki azmini sürdürdüğünden, apartman otoparkındaki boş yerlerinin kuzen tarafından dolduruluşunun haklı gururuyla kahvaltıyı hazırlar.

Bomonti'den Osmanbey'e çıkarken kendine bir sürpriz yapan “abla” bu kez, bir önceki caddeyi izler; köşede eski duvar üzerine yayılmış görülesi/koklanası mor salkım! Şişli'den gelen trafiği keser, Abide-i Hürriyet Caddesi 56 no.da boş vitrinde 50x70cm boyutlu bir duyuru: Veda ve Teşekkür: Önünde durmakta olduğunuz bu mekân... diye başlayan metne göre, Marmara Eczanesi, 1903 tarihinde Çubukçuyan Eczanesi ismiyle hizmete girmiş, 1947 mezunu Şerif Oran 1957'de devralmış, tam teşekküllü ilaç üretim laboratuvarıyla 105 yıl hizmet etmiş. "...50 yılda destek ve ziyaretleriniz için teşekkür ederim. 84 yaşıma kadar çalışabilmeyi siz saygıdeğer müşterilerime borçluyum. Bu mekânın önünden geçtiğinizde beni hatırlamanızı temenni ederim. Sağlıkla kalın, hoşça kalın. Unutmayın ilaç şifadır!"

Kara Toprakları Kızı, bir Güney Kore filmi, Jeon Soo-il yönetmiş: Hastalanınca, çalıştığı madenden tazminat alamadan ayrılan ve alkole yenilen babasını, zekâ özürlü ağabeyini idare etmeye çalışırken hırsızlık etmek zorunda kalan 9 yaşındaki kız, sonunda ağabeyini bir özürlüler okuluna bırakır, babasına son yemeği fare zehiri koyduğu erişte pişirir, adam kıvranırken evden ayrılır. Kurgu olamayacak kadar sade!
Bataklık “abla”nın, yıllar önce yine festivalde, ilk filmi 101 Reykjavik'le beğendiği sonra paralı kanalda bir sigorta müfettişinin öyküsünü anlattığı bir başka filmini bayılarak izlediği yönetmen Baltasar Kormakur'dan, İzlanda filmi. Ödüllü bir dizi romandan uyarlanan bol ödüllü film sonrası, soruları yanıtlarken demesine göre, "...bayılarak okudukları kitapların hayallerinde canlandırdıkları kahramanına benzetemedikleri başoyuncu Ingvar E. Sigurdsson'a İzlanda'lılar büyük tepki göstermişler, onu fazla genç bulmuşlar". (Duvarında Avrupa Yakası Burhan'ın Çiko'sunun ağlak resmi asılı odadaki) cesedin bulunduğu sahnede "herkes maske takıyordu da dedektifin niye maskesi yoktu?" sorusunu "Cool olduğu için!", "diğer dedektif filmlerinden farkı nedir?" sorusunu "İzlanda'da geçiyor olması!" diye yanıtlayan oyuncu, bir başka soru üzerine filmde görünen genetik laboratuvarının gerçek olduğunu, İzlanda'nın ada olması ve kapalı bir toplumu barındırmasından ötürü genetik çalışmaların daha başarılı sonuçlar verdiğini anlatır.

Münferit, yarışma dışı Türk filmlerinden; yönetmeni Dersu Yavuz Altun: Ali Erkazan gülmece dizilerindeki sevimli karakterinin tamamıyla dışında suçluları cezalandıran, tecavüzcü, şantajcı kötü adam! Yönetmenin, Karabük'te, telefonlarını dinledikleri kadınların onlarcasına şantajla tecavüz eden, şimdilerde hapiste bir çete haberi ve bir iki başka haberi harmanlayarak yazdığı senaryonun şimdilik bir ödülü var. Sürükleyici senaryonun anlatımında “abla”yı bir tek ışık kullanımı rahatsız eder; kendi filmleri çektikleri sırada sektörden bir kızın ışıklarla ilgili "böyle olmuyor, her yerde aynı ışıkları kullanıyoruz, reklâm gibi, klip gibi oluyor, çok kötü!" diye söylenmelerini anlayabilmesi için “abla”nın yıllar sonra bu filmi görmesi gerekmiştir!

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali, 10. günü “abla” üç film daha ekler gördüklerine; Yumurta, Kadın Gibi Geçti, Dağların Hâkimi...

İki sokak ötede Yeşilçam Sineması’nın göstermekte olduğu Yumurta, festivalin Uluslararası Yarışma bölümündeki iki Türk filminden biri. Yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun bol ödüllü filminin oyuncuları Nejat İşler, Saadet Işıl Aksoy, Zeki Demirkubuz’un keşfi, has oyuncusu Ufuk Bayraktar. Filmden önce kısa bir konuşma yapan yönetmen "en büyük hayâlinin, 25 yıldır izleyicisi olduğu festivalde, Emek Sineması’nda bir filminin gösterilmesi" olduğunu söyler, salonu en ön sıraya dek dolduran izleyiciye teşekkür eder: Annesinin ölümü üzerine 5 yıl sonra memleketi Tire’ye dönen şair Yusuf’un kabuğunu kırma macerasını anlatan filmden sonra soruları yanıtlamak üzere tekrar izleyici karşısına çıkan yönetmen, bir sinema öğrencisinin "filminiz sembollerle doluydu, üzerlerinde düşüneceğim, başlamam için bana bir soru verebilir misiniz, nereden başlamalıyım?" sorusunu "filmdeki kozmik kavram* üzerinden başlayabilirsiniz" diye yanıtlar. İstanbul’daki yaşamını kitabevinde, raflar arasında, kitaplarına gömülmüş sürdüren Yusuf, sessiz, içine kapanık kişiliğiyle kendini ifade etmede zorlanır, annesinin ardından ağlaması bile gece vakti bir tarlada koca bir köpekle rastlaşıp, hayvanla kurduğu duygusal bağ sayesinde yakaladığı çok özel zaman aralığında gerçekleşir. Kendisine, kendisi gibi sessiz uzak akrabası genç kızla yakınlaşma izni vermesi bundan sonradır. Tüm ödüllerini fazlasıyla haketmiş çok iyi bir film!

Yine Uluslararası Yarışma bölümünden Kadın Gibi Geçti, bir Norveç filmi, yönetmeni Petter Naess: “Abla”nın kendisiyle karşılaştığı ve gördüğünden pek hoşlanmadığı filmlerden bir tane daha!.. Postanede çalışırken, sakin, sessiz yaşamı, neistediğinibilen çok hareketli, çok konuşan bir kadın tarafından ansızın işgâl edilen bir adam, kadının çok ağır sarı komodiniyle kendisinden kurtulamayacağını anlayınca, ona âşık olmaya karar verir. Sezgileri güçlü kadının sürüklemesiyle Paris’e giderler; bir galeride çok beğendiği ve küçük bir şeyle büyük bir şey yakalamaya çalışan figür, "bu benim!" dediği resmi alan adam daha sonra orada tanışıp etkilendiği bir başka kadının, kendisini de aynı sözlerle tanımladığını duyar: İşaretlere, yaşam yolu üzerine serpili ufacık ipuçlarına önem veren, onları çok anlamlı bulan “abla” çarpılır! Aşk üzerine, mutlu biten çok hoş bir film!

Dağların Hâkimi: Vizyona girecek İspanyol filminin yönetmeni Gonzalo Lopez-Gallego. Silâhların oyunla gerçek arasındaki çizgiyi yitirmiş çocukların eline geçebilecek kadar yaygın oluşu üzerine, ABD’deki kanlı okul baskınlarını da hatırlatan bir gerilim filmi. Galalar Bölümü’nde gösterilen Michael Haneke’nin 1997 yapımı filmi Ölümcül Oyunlar (Funny Games) filminin yeniden çekiminin, gerilim dahil bir çok açıdan eline su dökemese de...

Sinemadan çıkan “abla” Mis Sokak’a İntenet Cafe’ye uğrar, 15 dakikada posta kutusuna bakar, "indi bindi 1 YTL’ydi değil mi?" deyip ödemesini yaparken telaşla bir sorun olup olmadığını soran görevli gence "damat 19:00’dan sonra bilgisayarda çalışabileceğimi söyledi" bilgisi verir, çıkar. Durakta 54 Çıksalın otobüsünü, kapılarını açık ve boş bulunca biner, Divan Oteli önünde başlayan trafik sıkışıklığına dayanamayan bir kaç yolcuyla Orduevi önünde iner, kaldırımları doldurmuş akıllı insanlar akıntısına kendisini bırakır. Halâskârgazi Caddesi 187 numarada “Ablanın Yeri”nde tantuni, acısız şalgam suyu molası verir, Şişli Cami’den Bomonti’ye iner, yokuştan Cevahir Otel önüne tırmanır, akşamın alacası inerken eve varır.

*Kozmik kavram tanımının “abla”ya çağrıştırdığı: Dante 01 filminin sonunda izlediği, bulunduğumuz boyutta mucize olarak adlandırdığımız, bir üst boyutun olanaklarını bedeninde taşıyan “hasta”nın, boşlukta hızla dönerken frekansın/titreşimin yükselmesi sonucu bir üst boyuta atlayışı ve ateştopu görünümlü gezegenin barışsever bir iklime bürünüşü!

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nin dokuzuncu günü, "abla"nın gördüğü üç yeni film: Denizanası, Kurdun Saati, Lütfen Başa Sarın

Uykusu kaçan "abla" başucunda birikmiş kitaplardan öne alıp yarıladığı Ferhan Şensoy'un Elveda SSK kitabını bitirir: Hayvan özellikle kedi sevmez yıkıcı stratejisiyle, lâkabı Ayılığı hakeden abazan Şükrü, Karamürsel civarında Denizanası Neclâ tarafından kıstırılır, yatmaları karşılığında alnının teriyle 1000 euro kazanır. Hımmmm! der "abla" çok para!

Raslantı diye bir şey olmadığına, aklı iyiden iyiye yatmış da olsa, "abla" izleyeceği ilk filmin adının Denizanası oluşuna açıklama bulamaz: Genç Ustalar bölümünden bir İsrail filmi, yönetmeni Shira Geffen ve Etgar Keret. Tel Aviv'de, birbirine teğet geçen çemberler halindeki öykülerin kişileri, değme noktalarında karşılaşırlar, değişimlere yeni başlangıçlara/sonlara neden olurlar. Bazı filmleri ayrı sinemalarda izleyeceklerinden kızkardeşinin değişik renkte kalemlerle yaptığı tablo uyarınca çıkışta buluşan kardeşler Beyoğlu Sineması Cafe'sine inip demlenmiş çay yanında yaprak sarma ve börekle kahvaltı ederler, biletlerine bakıp yine ayrı sinemalarda olduklarını görünce Halep Pasajı kapısında buluşmak üzere sözleşip ayrılırlar.

Anılarına bölümünden Kurdun Saati, 1968 tarihli, siyah beyaz Ingmar Bergman filmi: Doğumların ölümlerin yoğun olduğu, hayaletlerin kol gezdiği gün doğmadan önceki saat, Kurdun Saati'nde ressam Max von Sydow, karısı Liv Ullmann ile bir adada mutlu yaşarken, adamın ruhsal bunalımlar yaşayıp birden ortadan kaybolduğu hikâye, ağır tempolu psikolojik bir gerilim. Kendine özgü İsveç Sineması'ndan, "abla"nın yanındaki film başlar başlamaz derin soluklarla sakince uyuyup, bitiminde uyanan bey gibi meraklısına...

Halep Pasajı kapısında buluşan kardeşler, Cafe Krepen'in üst katındaki açık bölümde kendilerine bira patates ikram ederler, bu kez Emek Sineması'na birlikte giderler. Lütfen Başa Sarın* yönetmen Michel Gondry'nin Jack Black, Danny Glover, Mia Farrow'lu eğlenceli filmi. Beynini erittiğine inandığı santrali muhteşem kamuflaj giysileriyle sabote etmeye gittiklerinde çarpılıp yüklendiği manyetik yükle arkadaşının video dükkanındaki bantların silinmesine neden olan sakar adamla mağdur arkadaşın filmleri yeniden çekme çabaları, absürd ama mahallelinin bayıldığı Hayalet Avcıları, 2001 Uzay Macerası, King Kong, Aslan Kral... ürünlere neden olur. Telif yasaları yüzünden 63.000 yıl hapiste yatmaları gerektiğini duyduklarında ise kendi filmlerini çekmeye karar verirler.

Galatasaray'a yakın Turnacıbaşı Caddesi'ndeki Çin Lokantası'na gitme niyetlerini 19:00 seansına çok zaman var diyerek gerçekleştiren "abla" ve kızkardeşi, Çinlilerin yemek üzerine içtikleri çorbayla öncesinde içtikleri yeşil çayın yerini alışkanlıkları yüzünden değiştirirler: Önce çorba, sonra sebzeli ve tatlı-ekşili karides en son da yeşil çay içerek günü kapatırlar. Çıkarlar, kızkardeş Emek Sineması'na yollanırken "abla" hafta sonu göğüs göğüse çarpışma gerektiren Cadde kalabalığının ters akıntısında Mis Sokak'taki İnternet Cafe'ye ulaşmaya çalışır; 4 no.lu masaya oturur, sokağın neşeli gürültüsü kulaklığındaki Erik Satie melodisini bastırıp beynine akarken yazıya başlar.

*http://www.bekindmovie.com/intro.html

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nin sekizinci günü, "abla"nın gördüğü dört yeni film: Savage Ailesi, Rüzgâr Adam, Balıklı Bulgur, Dante 01

Bomonti'den yürüyüp geçerken "abla"nın gözlediği; hafta içi, kucakta puf tavşan terlik, pijama/eşofman üzerine kalın mont, atkı, bere giydirilmiş bir başka eve bakılmaya götürülen bebekler manzarası, hafta sonu yerini, hayat pastasından ballı iri bir parça kapabilsinler diye kurslara sürüklenen mahmur çocuklara bırakmış!

Bol ödüllü bir gala filmi: Savage Ailesi, yönetmen Tamara Jenkins. Laura Linney ile Philip Seymour Hoffman çocukluklarında kendilerini terkeden babalarını iyi bir bakım evine yerleştirmeye özenen iki kardeş. Amerikan toplumunun, Batılıymış gibi davrandığımız halde kendimizi doğulu hissedip, öyle de davrandığımız için anlamakta zorlandığımız aile ilişkileri üzerine bir film daha diye düşünen "abla" kardeşlerin, büyük bir kısmının sebebi bunak babalarından çoook daha derin problemleri vardır! Oyun yazarı kızkardeş, oyununu okuyan Nijeryalı hastabakıcının, içeriği orta sınıfın sızlanmaları biçiminde yorumlamasından korkarken, genç adam üzücü bulduğunu söyler.

Rüzgâr Adam, Kazak senaryo yazarı Khuat Akhmetov'un ilk yönetmenlik denemesi; Doğu Avrupa ve Rus filmleri, köklü sinema geleneği ve üzerinde yaşadıkları geniş toprakların altındaki tünellerde, Dünya'nın dibinde, başka boyutta yaşadığı bilinen varlıkların verdiği muhteşem ilham dolayısıyla "abla"nın öncelikli seçtiği filmlerdendir. Orta Asya'nın boydan boya Agartha denen uygarlığı barındırdığını düşünür "abla"; OHAL kaldırılır kaldırılmaz gittikleri Doğu Anadolu gezisi sırasında rastladıkları, Van yakınlarındaki Ağartı Köyü, Hindistan Varanasi'de izledikleri nasıl yazıldığını bilmediği Aarti (Kozmos'u arındırma) töreni ve mağara ağzında aydınlık, parıltı, ışık anlamına gelen Agartha ismi arasında kendince paralellikler kurar. Film, kanatlı dilsiz ihtiyar Rüzgâr Adam'ın küçük oğlanın yaşamını iki kez kurtardığı bir ayağı gerçeklik, diğeri ötealem boyutunda bir hikâye anlatır.

Bir Tunus filmi Balıklı Bulgur, yönetmeni Adellatif Kechiche: Kalabalık göçmen bir ailenin yorgun babası Süleyman'ın tersanedeki 35 yıllık işi ardından kalkıştığı yeni atılımın, sonlara doğru düşen tempoyla neredeyse gerçek zamanlı anlatıldığından büyük gerilime yol açan hikâyesi. Çok lezzetli kuskus yapan anne, nazara inanır; "abla" da bakışın olumsuzluk yaratabilecek düşünceyi taşıdığına inananlardandır, "yalnızca" der "bu günkü bilgimiz bunu açıklamaya yetmiyor, hepsi bu!" Doğu-Batı toplumları arasındaki kültürel çatışma, yabancılık; tüm iyiniyete karşın farklı bakış açıları, bıçak sırtı yaşamlar... Festivalin en iyi filmlerinden!

Jean-Pierre Jeunet'yle birlikte senaryosunu yazıp yönettikleri ilk iki filmleri Şarküteri ile "abla"nın daha çok beğendiği Kayıp Çocuklar Şehri'nden sonra Marc Caro'nun ilk solo filmi, vizyona girecek filmlerden: Dante 01 Tıklım tıklım dolu Emek Sineması sahnesinde, kısa boyunu şaka konusu yaparak mikrofona zıplayan yönetmenin "bir delinin deliler hakkında yaptığı bir film, umarım fazla delice bulmazsınız" sözleri alkışlarla karşılanır. Uslanmaz deliler üzerinde psikolojik deneylerin yapıldığı uzay gemisine önce mucizeler yaratan bir "hasta", ardından, kıdemli kadın görevlinin "ruhun sırlarını DNA'yı tamir ederek mi çözeceksiniz?" diye karşı koyduğu, amacı nanoteknoloji ile genetik tamir deneyleri yapmak olan genç bir kadın görevli gelir. Bilimkurgu, psikoloji, gerilim, mistisizm! Muhteşem! "Abla" daha ne ister?

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nin yedinci günü, "abla"nın gördüğü üç yeni film: Gölgeler, 9.90 YTL, 12

Ev kadrosundan kuzen eksilmiş, damadın kardeşi eklenmiş; "abla" her ne kadar üç filmini izledikten sonra internet cafede yazısını yazıp bir de iklim uygunsa Şişli'ye yürüyerek saat 22:00 sularında eve ulaşıyor ise de, çocuklara meyve servisinde kusur etmez, önlerine birer çanak ayıklanmış meyve sürer, annelik içgüdüsü işte!

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nin yedinci günü; çocuklar uyumak istediklerini bir gece önce net biçimde belirttiklerinden, "abla" sabah sessizce evden çıkar, kapı önünde karşılaştığı sabah sabah nereye gittiğini öğrenen Sezgin'in hayırlısı olsun! uğurlamasıyla yürüyüşe geçer. Bu kez hedefi Mecidiyeköy; süresi uzatılmış pasaportunu alır hızlı yürüdüğünden geniş pürüzsüz kaldırıma şükrederek yönünü Taksim'e çevirir.

Gölgeler konusu kadar müziğiyle de unutulmaz Yağmurdan Önce'nin yönetmeni Milcho Manchevski'den; öldükleri halde Dünya'da kalmalarını gerektiren neden ortadan kalkana dek gidemeyenlerle ilgili, Uzakdoğu ve onların yeniden çevrimlerini yapan Amerikan sinemasının bayıldığı konulardan bir Araf öyküsü, ağır tempolu bir gerilim...

Yönetmen Jan Kounen'in filmi 9.90YTL, Frederic Beigbeder'in Türkçe'ye de çevrilen çoksatar romanından uyarlama vizyona girecek filmlerden, iki ayrı sonlu çok iyi bir film: Parolası "insan ederi belli bir üründür" olan kokaine boğulmuş çok zengin çok zekî bir reklam yazarı çevresinde tüketimin nasıl yönlendirildiği hikâyesi anlatır. Metin yazarının sevgilisi Mood for Love filminin müziği eşliğinde hamile olduğunu söylediğinde adam, yeni bir yaşam biçimini istemediğini Dünyanın aynı fikirdeki değişik tipte/davranış biçiminde erkeklerin tepkileriyle anlattığı Çin Lokantası sahnesi "abla"nın filmin en hoşuna giden sahnesi! Her yıl Dünyada reklama harcanan bilmemnekadar milyar doların sadece %10'uyla açlık probleminin çözülebileceği gerçeğiyle çoook daha önce karşılaşan "abla" beş patronlu işyerinde, bir kendilerini geliştirme semineri sırasında, kendini tanımlamak için arkadaşları karşısına dikildiğinde Dünyanın sınırlı kaynaklarının paylaşımını hiç de âdil olmayan biçimde kışkırttıklarından dolayı kendisini reklamcı değil tanıtımcı, daha iyisi sadece grafiker olarak adlandırmayı uygun gördüğünü açıklar.

Bir sonraki filme 40 dakika var; Tünel'e yürüyüşe geçen "abla" eski adıyla Danışman şimdilerde Hacopulo Han olan geçide girer, ortasında Arkadaşım Şeytan'dan bir sahnenin çekildiği ufak alan şemsiyeli alçak masalı, tabureli şirin bir çay bahçesi olmuş. Sahafların önündeki kitap yığınlarını karıştırıp üzerine yayılmış kedileri mıncıklamaya bayılan "abla" gözüne kestirdiği birinden, polisiyeyi edebiyatın saygın dallarından biri haline getiren Dashiel Hammet'in Sırça Anahtarı'nı 3 YTL'ye alır, mistik kitaplar üzerine yaptıkları deriiiin sohbetten hoşlanan satıcı kıza mail adresini verir, önündeki bilgisayarda onpunto'ya girip sohbetin devamını bloglarında okuyabileceğini söyleyip reklâmını yapar.

Koşarak bir sonraki film için, üçüncü kez Emek Sineması'na gider, bir önceki gösterimdeki yerinin hep aynı yerlere oturduklarından kızkardeşinin hırkamızı bıraksak olur! dediği yanıbaşındaki koltuğa yerleşir.12, "abla"nın çok beğendiği Urga'nın yönetmeni Nikita Mikhalkov'dan: Sidney Lumet'in Oniki Öfkeli Adam filmini ne şans! yakın zamanda MGM'de yeniden izleyen "abla"; böylece, kızkardeşinden aldığı duyuma göre NTV'deki kısacık konuşmasında, yönetmenin insan araç değil amaçtır dediği paralel giden iki film arasındaki farkı seçer: S. Lumet'nin zanlının suçsuzluğu konusunda oybirliğine vardıkları noktada sonuçlanan filmini Mikhalkov biraz daha uzatarak, beraat eden Çeçen gencin peşine düşecek mafya yüzünden sokakta, hapisaneden çok daha az yaşayacağını öne sürerek sorumluluğun sınırları sorgusuyla bitirir. Sorumluluğun sınırları sorgusu "abla"nın, Öte yandan... yazılarının temel konularından biridir; bu filmi bu yüzden, insan psikolojisi üzerine en iyi filmlerden biri olan, Oniki Öfkeli Adam kadar sever.

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nin altıncı günü, "abla"nın gördüğü üç yeni film: Martin Frost'un İç Dünyası, Paris, Matahariler

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nin altıncı günü; damat bilgisayarı bugün de işe götüreceğinden "abla" erkenden kalkar, bizi uyandır! saati gelmeden makineyi açar, posta kutusunu temizler, kahvaltıyı hazırlar, koridora seslenir; "çayları koyuyorum!"

Harbiye'de Radyoevi önüne dek yürüyüp onca yol boyu olağandışı bir şey görmeyen "abla"yı eğlendiren manzara; ikisi kadın, biri erkek minik turist grubu yerlere kapaklanmış ellerinde fotoğraf makineleri, biri kırmızı diğeri beyaz birer öbek lalenin resmini çekmekte...

Martin Frost'un İç Dünyası: Katalogdaki tanıtım satırları, yönetmenle ilgili "...ünlü Amerikalı yazar Paul Auster bu filmle sinemada da rüştünü ispat ediyor..." diye sona ermekte. "Abla" Paul Auster'in bir kitabını okuyup okumadığından emin değil. Filmi izledikten sonra, kitaplarının Bestseller listelerinde olduğunu kızkardeşinden öğrenen "abla", filmi daha sonra izleyecek kardeş bu konuda konuşmak istemediğinden, "Paul Auster'in kitap yazmaya devam etmesinin daha iyi olacağını düşündüğünü" söylemekle yetinir. Uyanıp yatağında bulduğu kimliği olmayan, boyutlararası ilham perisi güzel İrene Jacob'a aşık olan yazarla ilgili bir öykü, bir fantezi... "Abla" yine de yazarın sevdiği kadını geri alma uğruna 35-40 sayfalık başarılı yapıtından vazgeçmesini yeni ve güzel bulur.

Paris, festival izleyicisinin tanıyıp sevdiği yönetmen Cedric Klapisch'ten; Abla Juliette Binoche, kalbi işe yaramayan erkek kardeşi Romain Duris ölüme yaklaşırken yanında olmak için üç çocuğunu alıp yanına yerleşir, karşı apartmandaki kızla çöpünü çatmaya çalışır, belki bir daha hiç sevişemeyeceğini söyleyen genç adama arkadaşını ayarlar... Mekân "abla"nın yıllar önce gezmeye gidip sevdiği, memlekete dönme zamanı geldiğinde kendini sınırdışı ediliyormuş hissettiği güzelim Paris! Ölmekte gencin balkonundan izlediği mahallede, çevrede, birbirine geçmiş hikâyelerde ölümler doğumlar olur, hayat sürer... "Abla" Erik Satie'nin, çok sevdiği 1 No.lu Gymnopedie*si eşliğinde genç ölüme hüzünlenir.

Kadının Adı Var bölümünden Matahariler, bir İspanyol filmi, yönetmeni tanıdık Iciar Bollain; Üç kadın hafiyenin kendi hayatlarını da gözetleyip kararlar almaları üzerine içten bir film.

Çıkışta Zencefil'de peynir, kırmızı ev şarabı eşliğinde, sebzeli mantarlı omlet yemeğe giden kızkardeşler, festival yönetmenleri üzerine söyleşirken "abla"nın aklına düşen: O yıllarda adından yeni yeni sözedilen bir yönetmenden çok hoşlanan arkadaşlarından birini, ite kaka adamın katılacağı kokteyle yollayıp, genç yönetmenle araya sora bulduğu bir telefondan ulaşıp yaptığı arkadaşının kendisinden çok hoşlandığı konuşması! "Abla"nın çöpçatma telefonundan önce bir iki yerde karşılaştıklarından bir altyapısı, sohbet ve birlikte içme âşinalığı bulunan genç kadın, kokteylde genç adamın kendisine yaklaştığını görünce, sonradan bunu güvensizliğine bağlamıştır, arkasını döner, bir aralığa dalar, nereden çıktığı belli olmayan bir kapıyı açar, kaçar!

*http://www.youtube.com/watch?v=oYD8GqwQkz0&feature=related

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nin beşinci günü "abla" üç film daha görür: Kızkardeşim Evleniyor, Ulzhan, İşte Özgür Dünya!

Çocuklar uykuda; kahvaltıda olağan menü dışında Konsomasyon Taburesi'nde başlı başına en az iki yazı uzunluğunda acısıyla Naciye Hanım, yaseminli yeşil çay eşliğinde "...dedim ki bak oğlum, ölürsem beni Aziz Nesin gibi neresi olduğu belli olmayan bir mezara gömün, baban gelir, bu adamı mezarıma dahi istemiyorum..." diyerek gözyaşı dökmekte. "Çalıştırmadı beni, neymiş erkekler varmış, kendi de iş beğenip çalışmadı, aç yattım çocuklar yesin diye, birgün ortanca anne biz ne zaman zenginler gibi yumurta yiyeceğiz dedi, yumurta Fatoş Hanım yumurtayı herkes alır, onu almaya param yok..." Gözyaşı sellenir; "içimde bu lâfı yaradır, bir de bana evlâdımın acısını yaşattı! İstemiyorum, bilmesin mezarımı..." Naciye Hanım hayatı boyu üstüste iki gün çalışmışlığı olmayan, dışarıdan sigorta primlerini ödeyip emekli ettiği, kahvaltısında tulum peynirini tereyağını, cebinden sigarasını eksik etmediği 40 yıllık kocasından sözetmekte. "Ben kendime kızıyorum, niye hayır demedim, ama bize öğretmişler koca evine gelinlikle girersin kefenle çıkarsın!"

Kız kardeşim Evleniyor, yönetmen Noah Baumbach, Amerikalıların vageçilmez konusu aile: Katı, huysuz abla Nicole Kidman, özgür kızkardeşi Jennifer Jason Leigh'in Jack Black'le evlenme töreni için biraraya gelirler. Damadı beğenmeyip herkesin yaşamını kontrol etmek zorunda olduğunu sanan, "abla"nın eski hâlini anımsatan abla, işleri öylesine karıştırır ki, küçük kardeşte kendisinin de etkilendiği bir bilinçlenmeye yol açar. Sinema çıkışı, kızkardeşinin arkadaşıyla hayata bakış açısından, dayatılan batılı yaşam anlayışına karşın aslında doğulu bir toplum olduğumuzu konuşarak giderlerken, "abla"nın aklında paralellikler kurduğu abla gibiyse ne kadar çekilmez olduğu düşüncesi dolanmakta!

Volker Schlöndorff yönetiminde Ulzhan; yitirdiği ailesinin acısına dayanamayıp, Kazakistan'da şamanların ölmeye gittikleri Han Tengri Dağ'ına gitmeye kalkışan Fransız ile hasbelkader onun koruyucu meleği olan göçebe öğretmen Ulzhan'ın ve yanlarına eklenen ölmekte olan kelime satıcısı baksının oğlunun step genişliğinde, karlı dağlar serinliğinde, güzel özgün müzikle süren yolculuğu; tam bir meditasyon! At satın almaya uğradığı yerde büyükannenin, Fransız'a ilişkin torununa sorduğu "...ayâli var mıdır?" sorusu Kazak Türkçesi üzerine bayağı fikir verir.

Çıkışta "abla" kızının kuryesi kılığında işyerine uğrayıp bir arkadaşı için yaptığı makyaj ilüstrasyonlarını bırakır, Balık Pazarı'nı koklayarak Avrupa (Aynalı) Pasajı'na girer, öbür ucundan çıkar, sadece meyve suyu yapan yerde havuç suyu içer, halâ zamanı vardır, Halep Pasajı'na girer, Ortaoyuncular Sahnesi'ne uğrar, çoktaaaandır okumak istediği Ferhan Şensoy'un SON BEŞ YILIN EN İYİ MİZAH KİTABI bandrolüyle satılan Elveda SSK kitabının 3. basımını alır.

İşte Özgür Dünya! adından da anlaşılabileceği gibi bir Ken Loach filmi; "Abla" Filmekimi'nde gösterilen, ıskaladığı Özgürlük Rüzgârı'nı MovieMax'ta yakalar ama bir tırnak sökme sahnesine kadar zor dayanır. Keskin politik bakış açısıyla, insanın insana zulmünü en iyi anlatan sağlam sinir gerektiren Ken Loach sinemasından "abla" yine de uzak duramaz. Bu kez Londra'daki kaçak işçi sorununu, bıçak sırtı yaşamları ele alıp pek güzel anlatan usta, her zaman ki gibi iyi bir film yapmış.

Kızkardeşiyle izledikleri film üzerine konuşa söyleşe Halep Pasajı girişinde Cafe Krepen'e ulaşırlar, bonkör kızkardeş "abla"ya o kadar da huysuz değilim belki de dedirten, güzel bir salata ve şarap ısmarlar, yine söyleşerek Emek Sineması sokağı başına dek yürürler, kızkardeş sinemaya, "abla" Mis Sokak'taki internet cafeye yollanır.

"Abla"nın gerekli gördüğü bir açıklama: İstanbul Kültür Sanat Vakfı, bilet fiyatlarını, hafta içi ilk üç seans 3.5 YTL, diğer seanslar ve hafta sonu 8 YTL olmak üzere piyasanın bayağı altında tutarak salonların dolmasını sağlamış, bu yüzden iyi filmlere bilet bulmak çok zor! Güzel haber ise yaklaşık 50 adet filmin laser altyazı ile izledikleri örn. Karamel, Kızkardeşim Evleniyor, İşte Özgür Dünya!.. vizyona gireceği...

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nin dördüncü günü "abla" üç yeni film daha görür: The Darjeeling Limited, Uyanış, Oyuncak Ayı

Ev halkı kahvaltıda, zil! "Kim olabilir sabah sabah?" "Kardeşim!" der "abla"nın kızı, "ben çağırmıştım kahvaltıya..." "Abla"nın ilk eşinin, ikinci karısından doğma kızkardeşinden sözetmekte. Kızı, kapıyı açıp öpüştüğü kız kardeşini annesine havale eder, "abla"yı seven onun da çok sevdiği kız uzuuuuun uzuuun sarılır. Babasının sıkı takibinden şikâyetçidir; konu masaya yatırıldığında "abla" "bak seninle hiç böyle ilgilenmedi, babalığı ancak ikinci çocukta öğrendi" der kızına, yanıt kızkardeşten gelir, "ben onu sordum babama, onun dedi, bakımı annesine aitti, dolayısıyla da o sorumluydu..." İlk eşinin farklı mantığına çok da yabancı olmayan "abla"nın "ilk kızının parasını ben ödediğime göre sahibi bendim yani, bir çeşit köle!" yaklaşımına hep beraber gülerler.

Kahvaltı sohbetine kıyamayan "abla" sabah yürüyüşünden cayar, minibüsle Şişli'ye metroyla da Taksim'e ulaşır, esnettiği zamanda metronun Gezi Parkı çıkışındaki fotoğraflara bakar, bir seyyar yoğurtçunun yüzündeki içten gülüşle içi ısınır.

Wes Anderson yönetiminde The Darjeeling Limited; Kendi yollarında yaşayıp giden üç erkek kardeş(Owen Wilson, Adrien Brody, Jason Schwartzman)ten en büyükleri ölümcül bir kaza geçirince arınma niyetiyle daha da çok Himalayalar eteklerinde bir manastırda rahibe annelerini görmeye, muhteşem Hindistan'da tren yolculuğuna çıkarlar: Aralarında çıkan kavga sonucu trenden atılırlar, yolda rastladıkları suya kapılan çocukları kurtarmaya çalışırlar, ölen çocuğun cenazesine katılırlar... Ayrıntılı yol programına, saate, eski bağlantılarına bağımlılıkları, kendi çevrelerine kendilerinin ördüğü duvarlar onları ne kadar zorlasa da, birbirleriyle, tamamen farklı insanlarla bir araya gelişleriyle gelişirler, değişirler. Çok hoş esprilerle anlatılmış, üç yetişkin görünümlü oğlan çocuğunun bitmeyecek büyüme macerasından bir bölüm, çok güzel bir film!

Uyanış kadın yönetmen Anahi Berneri'den bir Arjantin filmi: Yaşı ilerlemiş, gittikçe tanıyanı azalmış TV yıldızı kadın oyuncu teyze ile 15 yaşına giren yeğeninin, hayat alanındaki bir çeşit devirteslimini anlatan güzel bir film. Kendisinden hoşlanan otel görevlisiyle yatan teyze yeğeninin genç adamdan hoşlanması üzerine onların yakınlaşmasını sağlayıp kente döner, "abla"nın devirteslimle anlatmaya çalıştığı bu! Yaşamın hiç bir alanından çekilmeye niyeti olmayan "abla", çok şükür yaşsızdır...

Bir Çek filmi; Oyuncak Ayı, Yönetmen Jan Hrebejk. Yaşamlarını yarılamış, biri iki eşli, bir diğeri eşinin boşanmak istediği iki adam, üçüncünün, aralarında en başarılı, en mutlu görünenin çocuklarının babası olmadığını sorduklarında ne farkeder? yanıtı alırlar. Film Çin Atasözüyle biter; gerçeği bilerek doğrunun türküsünü söylemek güzel, gerçeği bilerek aptalların türküsünü söylemek daha da güzel! Güzeeeel! der "abla" bir üst basamağa sıçramış yeni bir bilinç düzeyi, yeni bir yaklaşım, ne kadar saygıdeğer! Ve evlilik kurumu üzerine şu "abla" özlü sözüne ne kadar uygun: Evlilik, bir diğerinin bedeninin satın alınması değil, olsa olsa bir süre kullanılması, kiralanması kontratıdır!

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali 3. gününde, "abla" 3 film daha görür: Herşey Reyting İçin, Define, Bir, İki...

Festivalin ikinci günü akşamı, yazılarını, damadın eli altında dolaşmamak için Mis Sokak'taki İnternet Cafe'den yollayan "abla" bakar hava ve zemin yürüyüşe uygun, karanlıktır gecedir demez Şişli'ye, Yeşilpınar minibüs durağına dek yürür, sıradaki minibüse biner, yanına oturduğu cep telefonuna yumulmuş çocuğa saati sorar, aldığı 21:20 yanıtına pek şaşar! Zamanı bu derece kaybettiğine bakılırsa "abla" yazmayı çok sevmekte!

Ev halkı, kız çekimde, damatla, kızın evde kalır görünüp "abla" geldikçe odasından olan kuzeni, bir önceki haftanın spor yorumlarını yapan bir kanal karşısında, pozisyonları heyecanla inceleyip bilirkişilerle birlikte kritik etmekte... "Abla" yıkayıp ayıkladığı meyveyi başka türlü meyve yeme konusunda nazlandıklarından kaselere koyup oğlanların önüne sürer, onlar TV'ye bakarken "abla" da onlara bakıp eğlenir.

Festivalin üçüncü günü, sabah, bel çantasına günün filmlerinin biletini kontrol ederek yerleştiren "abla" kahvaltısını yapar, çocuklar uyurken sessizce evden çıkar, yürüyüşe geçer. Tam yürüyüş havası! Harbiye Radyoevi karşısında yağmura geçer, "abla" yol boyu kolunda taşıdığı yağmurluğunu aklımı seveyim! diyerek giyer.

Hans Weingartner'in yönettiği Herşey Reyting İçin: Güzel esmer adam Moritz Bleibtreu izlenme oranı yüksek bir TV kanalında bildiğimiz türden programlar yaparken, dedesinin bu yüzden intiharına tanık olan genç bir kadının saldırısına uğrayınca bilinçlenir, o güne dek beyin hücrelerini öldürüp aptallaştırdığı insanoğlu için iyi bir şeyler yapmaya karar verir. 13.000 kişinin, 80 milyonluk Alman halkının ne izleyeceğine karar verdiği reyting ölçüm cihazlarını çetesiyle sabote ederek oranları değiştirir ve Alman halkı birden sokaklarda, parklarda tümü ellerinde kitaplar 60'ların çiçek çocuklarına dönüşür, anında deriiiiin içerikli TV programları talep eder hâle gelirler! Sağlam, sıkı konunun, işlenişindeki gevreklikle hele bir de sonunda esas oğlan esas kızı hak edince "abla" bu uzun filmden pek de memnun kalmaksızın çıkar.

Arada bir çorba içerim! ne kelime; bir sonraki seansı yakalamak üzere koşa koşa Atlas Pasajı'na giren "abla" kardeşinin bir arkadaşıyla beraber Define'yi izler. Mike Cahill yönetmiş; farklı boyutlarda yaşayan baba-kız, yarı kaçık baba define peşinde, mantık boyutunda yaşayıp hayatı ve babasını taşıyan genç kız babasının peşinde... Tipik bir Amerikan Bağımsız konusu! Kardeşinin arkadaşı, hadi, Michael Douglas hatırına izler, "abla"nın öyle bir sığınağı da yok!

Günün son filmi Anılarına... bölümünden, Tayvan'lı Edward Yang'ın yönettiği Bir, İki: Filmin başında uğurlu bir güne denk gelsin diye iyice geciktirilmiş düğünde karnı burnunda gelinin, rakibesi kadının üzdüğü felç geçirip bitkisel yaşama giren büyükanne filmin sonunda ölür. 173 dakikalık uzun film boyunca büyükannenin çevresindekiler görünüşte hiç bir şeyin değişmediği başladıkları noktaya döndükleri bir dizi olay yaşarlar. Uzun film, sakin tempoyla, güzel güzel anlatır: Değişen kendileridir!

Caddeye çıkan "abla" ve arkadaşı, Mis Sokak köşesinde vedalaşıp ayrılırlar. Kadınların ve yaşça olağan cafe müdavimlerinden büyüklerin de çalıştığı internet cafede kuytu bir masa seçen "abla", maillerini okur, müzikli bir blog seçer, kulaklığını takar, Soldier of Fortune'u dinleyerek yazmaya koyulur.

27. İstanbul Uluslararası Film Festivali, 2. gün! "Abla" üç film görür: Kırmızı Balonun Yolculuğu, Fadolar, Dr. Plonk

"Abla"nın kızıyla, son yazıları üzerine sohbet edip korku, öfke, saldırganlık konusunu işledikleri kahvaltıda lâf, üzerinden iki yıl geçmiş olmasına karşın öfkesini ilk günkü canlılığıyla koruyup, kızgınlığını sürdüren eski bir arkadaşına gelir. Sis yüzünden ertelenen vapur seferiyle geciktikleri adaya gitme programı hatasının "abla"ya ait olduğunu iddia eden arkadaşı, "abla"nın İstanbul'a gelmeden attığı bir maille uzattığı zeytin dalını ...bana nasıl, yeniden böyle bir program yaparsak katılır mısın diye sorabilirsin? biçiminde yanıtlayarak geri çevirir.

Carlos Saura'nın müzik-dans üçlemesi flamenko (İberia) ve Tango'dan sonra yaptığı Fadolar'da bir-iki satır, arkadaşının katı tavrını aydınlatır niteliktedir "abla"ya göre. Bütünü stüdyoda geçen artık iyice stilize filmin başında title ve siluetler akarken muhteşem bir fado ...sevenin gözü/taşımaz bağışlamaktan eser... diyerek çok öfkeli görünen arkadaşının aslında kendisini sevdiği, o yüzden de bir türlü affedemediği açıklaması yapar gibidir. Yıllar önce izlediği Saura filmi Kanlı Düğün'deki bir sahneyi hafızasında aynen korur "abla"; bıçaklanan yeni damadın, eşsiz flamenko melodisi eşliğinde yere ağır çekim düşüşü, kolunun dirsekten başlayarak yere dakikalar süren yavaaaaşça dokunuşu, trajediyi katlayan hârika müzik, dans, halâ az önce izlemişçesine gözleri önünde... Bu ölümcül uzuuuuun yere düşüşü "abla" sonradan, ikinci evliliğinde kocasının uyumasını bekleyip, ondan sonra yatağa girişindeki koreografiyle özdeşleştirir, sanki bıçaklanmış ölmeye düşen kendisi...

Tayvanlı bir yönetmen, Hou Hsiao-Hsien'in batıda çektiği ilk film, 1956 tarihli kısa filmi Kırmızı Balon'un izini sürer; Kırmızı Balonun Yolculuğu, "abla"nın güzelliğine hayran olduğu Juliette Binoche başrolde, oğluyla yaşayan bir kukla seslendiricisi... Doğal sesler, doğal ışık, hepsinden çok daha doğal oyunculuk! "Abla" sanki oracıkta, olup bitenin yanı başında; telaşlı, canı sıkkın Suzanne'ın kızgın/kırgın başını alıp göğsüne yaslasa herşey daha iyi olacak...

Günün son filmi Dr. Plonk; bir önceki yıl, On Kano'sunu neşeyle izledikleri Rolf de Heer'in çektiği bir Avustralya filmi. Sessiz sinema tadında, siyah-beyaz, konuşmasız, düşüp kalkmalı, Dünyanın sonu'lu, zaman makine'li, çok hoş esprilerle, özgün şakalarla bezeli şirin bir film.

Caddede yağmur! Kız kardeşler Atlas Pasajı'na Sefahathane'ye girerler, birer kadeh kırmızı şarap ısmarlarlar, yaklaşan Tiyatro Festivali broşürünü inceleyen küçük kız kardeş "abla"sını boşuna olduğunu bile bile kandırmaya çalışır. Bir gece önce evde, yatmaya gitmeden ertesi akşam bilgisayardaki iş durumunu soruşturan "abla", damadın dergilere gidecek fotoğraflarla işi olduğunu öğrendiğinden, hafta içi filmlerini ayrı saatlerde izleyecekleri kız kardeşiyle vedalaşıp yazısını yazıp yollamak üzere, bu gibi zamanlarda gittiği İnternet Cafe'nin yolunu tutar.

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali, 1. Gün, “abla” üç film görür; Barselona (Bir Harita), Karamel, Yaşasın Yönetmen...

3 Nisan günü, yeşil tarlalar üzerine abanmış yağmur yüklü bulut grisi gök altında güzel bir yolculukla İstanbul’a varan “abla” bir bakar ki asıl yolculuk, Kozyatağı’nda Anadolu Yakası yolcusunu bıraktıktan sonra başlamakta! Ağır sabır sınavıyla yoğun trafiğin erdemini anımsaması uzun sürmez; Burhaniye’den ayrılışından 11 saat sonra İstanbul’daki evinde kızı, damadı ve iyice şişmanlayıp eni boyuna denk bir kedi haline gelmiş Karapati tarafından sevgiyle karşılanır.

Festival, festivalden bir gece önce, evde, DVD’de izledikleri bir Takashi Miike filmiyle açılır; katalogda Düello ismiyle kayıtlı Sukiyaki Western Django... Miike’nin “spagetti western”e hürmeten popüler Japon yemeğinden hareketle adını koyduğu, Quentin Tarantino’nun da ufak bir rolünün olduğu film malûm şiddet bir yana güzel görüntülü, masalsı bir 12. Yüzyıl, düşman klanlar hikâyesi...

4 Nisan gecesi, festival rotasından hafifçe sapan ekip Coen’lerin ödüllü No Country for Old Men filmini izlerler; tuhaf saçı, sabit ifadeli yüzüyle Javier Bardem’in filmin kötü adamında yarattığı, filmi karanlık sinemada geniş ekranda izleyen kız kardeşinin "aydınlık odada ufak ekran, Karapati kucakta izlediğinize şükredeceksiniz" dediği, onca şiddete karşın, muhteşem görüntüleriyle kolay unutulacak bir film değil “abla”ya kalırsa...

5 Nisan, Cumartesi; 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali, 1. Gün! Ev halkının 8:00 civarı, makyaj-fotoğraf techizatı kuşanıp evden çıkmasının ardından posta kutusunu temizleyen “abla” da Karapati’ye veda edip serin Nisan sabahında 9:45 sularında, Hastane önünden Geleneksel Festival Yürüyüşü’ne geçer. Cevahir Otel önünden, Bomonti’ye giden sokakları kesip onu Osmanbey’e çıkaracak caddeye iner, keyifli bir tempoyla Harbiye’ye varır, bir devren... bez afişi üzerindeki HAVA PARASI talep edilmeyeceğini belirten ifadeyi okur, memleket ekonomisi üzerine kaygılanır... Cadde’ye ulaşana dek!

Fitaş’ta Barselona (Bir Harita); Ventura Pons’un yönettiği İspanyol filmi, iç savaş bitiminde Barcelona’daki gibi bir karşılama görmediğini anlatan ve (ayrılıkçı) Katalanları İspanyollaştırıp kazanmaktan sözeden bir söylevle başlayan film, sahibi ölmekte olan eski bir apartman dairesindeki kiracıların portreleri ve ikili sohbetlerde ortaya dökülen sırları üzerine ağır tempolu hikâyeler anlatır.

Çiçek Pasajı girişindeki kuruyemişçiden 100 gram çiğ badem alıp elbisesinin cebine koyan “abla” caddenin şen kalabalığı arasına karışıp yürür, bir sonraki filme kadar bedenini çalıştırır.

“Abla”nın ikinci filmi, Festivalin de açılış filmi, Beyrut’ta bir kuaför salonunda geçenleri anlatan, neşeli Lübnan-Fransa filmi, bildiğimiz ağda anlamında Karamel; Emek Sineması sokağı, filmin yönetmeni, baş oyuncusu Nadine Labaki’nin katılımı dolayısıyla fazla biletiniz var mı? sorusuyla abluka altında... Söyleşi sırasında filmin güzel müziklerini yapan ve eşine olan aşkını, böylece anlattığını belirten uzun saçlı genç adam, şakacı tavrıyla en az ilk uzun metraj filmiyle göz dolduran karısı kadar sempatiyle karşılanır. Filmdeki kadın öyküleri arasında, bir kızlık zarı tamiratı, ileri yaşta aşka cesaret edemeyen bir diğeri, kendi cinsinin güzelliğini karşı cinse yeğleyen bir başkası, doğurganlığını geride bırakmış kadınlardan birinin sahte regl sahneleri düzenleyişi... “Abla”nın aklında check up’larda doktorlarınca daha biiiir sürü yumurtanız var denilerek kutlanışı!

Kız kardeşler, festival uğrak noktalarından biri Hacı Bekir’de sıcak birşey içerler ve tekrar Beat Takeshi Kitano’nun başrolünü oynayıp yönettiği Japon filmi Yaşasın Yönetmen’i izlemek üzere Fitaş’a girerler. İlk filmlerinde, beyaz döşemelere saçılan bol bulamaç kanla şoka giren “abla”, gangster filmleri ustası Kitano’nun bu filminde hem kendi filmleriyle hem de Uzakdoğu sinemasıyla kıyasıya dalga geçmesine pek güler...

17 Mart 2009 Salı

“Abla”, yeniden kutular, torbalar arasında kaybolmadan, paralı kanalda izlediği birkaç film hakkında yazar: Kan Akacak, Amerikan Suçu, Yarından Sonra…

Festival listesini yapıp, İstanbul’daki kız kardeşine yollayan “abla”, yeniden kutular, torbalar arasında kaybolmadan, paralı kanalda izlediği birkaç film hakkında yazar: Kan Akacak, Amerikan Suçu, Yarından Sonra…

Upton Sinclair’in Petrol isimli kitabından 2007, ABD yapımı, Kan Akacak, bayıldığı, Magnolia ve porno sektörünü anlattığı, eğlenceli Boogie Nights’ın yönetmeni Paul Thomas Anderson’dan: Başrolde, petrolcü, hain bakışlı küçük kısık gözleriyle karşıt pos bıyıklı, Son Mohikan’da “abla” nın âşık olduğu Daniel Day Lewis, karşısında, küçük tarikatının müritlerinden, debdebeli gösterilerle şeytan kovan genç papaz, Paul Dano. Petrolcünün Tanrısı para; öyle ki, paraya ulaşmak için gereksinim duyduğu “masum öğe” için terkedilmiş bir çocuğu evlât edinir. Papaz da en az petrolcü kadar hırslı ve paragözdür, ailesiyle, çevresiyle ilişkisi ve filmin belkemiği petrolcüyle yaşadığı güç savaşı, yükselen gerilimle şaşırtıcı finale bağlanır. “Abla”nın, başlarda, neden kaynaklandığını anlamadığı baskın müzik, bereket, sonradan düzelir de film izlenebilir hale gelir.

Tommy O’Haven’in yönettiği, Catherine Keener, Ellen Page’in oynadığı ADB, 2007 yapımı Amerikan Suçu, ‘60’larda yaşanmış bir olayı anlatır: Sürekli içtiği öksürük şurubu, sigara eşliğinde, kendilerini terk eden kocasından kalma beş çocuk, sonuncunun babası büyük kızından birkaç yaş büyük genç bir adam olan bir bebekle, ütü yaparak geçinmeye çalışırken, gezici bir sirkte çalışan ana babalarının, haftada 20 Dolar’a birkaç aylığına pansiyoner bıraktığı iki kız, az zaman sonra hasta kadının tüm acılarının, çaresizliğinin odağı haline gelir. Kollar ve bacaklarda sigara söndürülüp, göğse bıçakla yazıların kazındığı, küçük oğlanın, yetmezmiş gibi mahalle arkadaşlarının da işkence nesnesi olan, cola şişesiyle uğradığı tecavüz yüzünden gerçekle bağını kesmiş görünen 16 yaşındaki büyük kız, açlıktan, kardeşinin tanıklık ederken “duygusuz değildi, gözyaşı akmıyordu” dediği susuzluk yüzünden, izleyicinin bu travmayı atlatmak mümkün değil, ölse daha iyi diyebileceği yaşamını yitirir. Sokağa taşan çığlıkları duymazdan gelen duyarsız komşularının burnu dibinde, kadının, duygusal yıkım, yoksulluk, ilâç, sigarayla beslenmiş bastırılmış öfkeyle yapabildikleri yanı sıra, bir yetişkinin sorumluluğunu üstlendiği/izin verdiği/yönlendirdiği şiddete, çocukların nasıl canla başla katıldıklarını görmek dehşet verici diye düşünmeden edemeyen “abla”, bir deney sırasında deneklerin, sorumluluğu bir başkasının alışıyla, verdikleri elektrik şokunu en üst düzeye dek artırabildiklerini okumuştur. Bir de, film gerçek bir olaya dayanmasa, abartılı senaryo denebilecek olayın kurbanı genç kızın akıl almaz, boyun eğmişliği “abla”nın aklına kazınır;
bacağı sakat kız kardeşini koruma iç güdüsü mü, kişiliğinden, eğitiminden gelen suçluluk duygusu mu, Yeni Çağ sözlüğünde geçen “kontrat”ı dolayısıyla bu olayı yaratıp, duyarsızlık, öfke, suçluluk, değersizlik, otorite, sorumluluk… kavramlarını tartışmaya açma görevi mi?

Roland Emmerich’in yönettiği, 2004 ABD yapımı Jake Gyllenhaal, Dennis Quaid’ın oynadığı Yarından Sonra: Çevrenin hoyratça kullanımı yüzünden beklenen ama çok daha önce çöken felaket/kıyametin, etkileyici görsellikle anlatıldığı filmin, “abla”ya göre en güzel kısmı, finalinde, Amerikan Başkanı’nın, yaptığı dokunaklı konuşmayla, sınırına yığıldıkları Meksika dahil, tüm Orta ve Güney Amerika ülkelerinin, borçlarını sildiklerini söylemesi!

Ve eski filmlerin söyledikleri:
1959
yapımı Ağdaki Adam filminde, Michael Curtiz yönetiminde, ressam rolündeki Alan Ladd için biri, “…bu tip, tuhaf fikirleri olan adamlar, her şeyi yapabileceklerini sanıyorlar…” derken, 1960 yapımı, Karel Reisz’in yönettiği Sevişme Günleri’nde fabrika işçisi Albert Finney arkadaşına “…annemle babamın televizyonu var, paket paket sigara içiyorlar…” demesiyle değer yargılarının, bilginin zaman içinde nasıl değiştiği/evrildiği ortaya konur. Çok daha yeni görünmekle birlikte, 1975 yapımı, Sidney Pollack’ın yönettiği Akbaba’nın Üç Günü’nde ise, külyutmaz Akbaba Robert Redford’un, şimdi çok acıklı görünen muhteşem! bilgisayar ve iletişim gereçlerini ustalıkla kullanarak kötü adamları nasıl faka bastırdığı gösterilirken teknolojinin, ardından yetişilemez görünen hızı sergilenir.

3 Mart 2009 Salı

“Abla”, izlediği son filmler üzerine bir değerlendirme yapar: Marie Antoinette, Hayallerin Peşinde, Milyoner, Başka Bir Aşk Hikâyesi, Ben Efsaneyim.

DVD’den, 2006, ABD yapımı, Sofia Coppola’nın yönettiği, Milena Canonero'ya en iyi kostüm dalında Oscar kazandıran Marie Antoinette: Jason Schwartzman, Rip Torn, Judy Davis, Asia Argento, Marianne Faithfull…’un oynadığı filmde, saltanatını sağlama almak için annesinin, Avusturya’dan Fransa’ya “imparatoriçe olsun” diye yolladığı Marie Antoinette rolünde Kirsten Dunst, sınırı geçerken, sınır ötesindeki çadırda, asiller tarafından yeniden giydirilmek üzere tümüyle soyulur, -görece- sade giysileriyle köpeğini ve arkadaşlarını hüzünle geride bırakır. 1789 Fransız Devrimi’ni hazırlayan/tetikleyen debdebenin ortasında, bir yandan kocası 16. Lui’nin -yatakta- ilgisini çekmeye çalışırken diğer yandan 15. Lui’nin metresine akıllıca karşı koyar. Çok bol zaman, pahalı kumaşlar, pastalar, şekerlemeler, oyunlar, şapkalar, ayakkabılar ve gün geçtikçe kabaran, genişleyen saç tuvaletleriyle doldurulur. Ufak bir gönül macerası yaşarsa da, arada, ünlü “ekmek bulamazlarsa pasta yesinler” sözünün gazetecilerin bir uydurması olduğuna dair beyanda bulunan saf, iyi niyetli Marie, bekleneni yerine getirir ve birkaç çocuk doğurur. Saray geleneğinin, altın, pembe, su yeşili, yavru ağzı… pastel renklerle, şekerli tatlarla ve -bir iddia olduğu anlaşılan- çok aykırı bir müzik eşliğinde anlatıldığı, gösterilmeyen -bilinen- trajik sonuna karşın, şurup gibi bir film.

8. !f İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nden vizyona:
2008, ABD/İngiltere yapımı, Sam Mendes’in yönettiği, Richard Yates’in aynı adlı kitabından Revolutionary Road, Hayallerin Peşinde: “Abla”nın, birden büyüyüp olgun birer erkek oldukları halde yüzleri bebek kalan erkek oyunculardan biri oluşunu, Amerika’nın fast food geleneğine bağladığı Leonardo DiCaprio’ya eşlik eden Kate Winslet, Kathy Bates…’in oynadığı filmde -aynı zamanda yönetmenin eşi- Kate Winslet, zamanının önünde giden, her öncü gibi yadırganan, çelmelenen muhteşem April rolünde… Filmin, akıllı, öncü, doğallıkla aykırı karakter sıralamasında emlâkçının, adı “deli”ye çıkan matematikçi oğlu, çok daha önde olduğundan toplum dışına itilmiştir ve April’i anlayıp takdir eden tek kişidir. ‘60’lı yıllar; kocası ve ailesi ile ilgili son derece isabetli öngörüsü sonucu, onları hamster çarkından kurtaracak bir plan yapar April ve “birikmiş ev parası”yla Paris’e gitmelerini önerir. Frank’ın aklı, başta bu plana yatsa da, iş yeriyle bağını koparmak için yaptığı atak çıkış –aksilik bu ya!- patronun dikkatini çekerek, terfîye yol açar. Kafası karışan Frank, sonradan matematikçinin “sabotaj olasılığı”nı yüzüne vurduğu bir cinsel ilişkiyle April’i üçüncü kez gebe bırakır. Ama, “abla”nın kendisini, mükemmel biçimde özdeşleştirdiği April, yola çıkma konusunda kararlıdır. Doğum kontrolü / kontrolsüzlüğünün sorumluluğunun, neden -ille de- kadının üzerine yıkıldığını anlayamayan “abla”, o yılların ilkel sayılabilecek bir gebelik sonlandırma gerecini banyo dolabında bulan Frank’ın, –kilisenin “kutsal aile” dayatmasını arkasına alarak- April’e yaptığı “işkence”yi içi acıyarak izler. “Abla”nın, son zamanlarda izlediği en güzel, etkisinden uzun süre kurtulamayacağı filmlerden…

8. !f İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nden vizyona:
2008, ABD/İngiltere yapımı, Slumdog Millionaire, Milyoner, yönetmen Danny Boyle, Loveleen Tandan, oyuncular Anil Kapoor, Saurabh Shukla… Jamal Malik rolünde Dev Patel, Mumbai'nin gecekondu mahallelerinden birinde yaşarken, annelerini Sih-Müslüman kavgalarından birinde kaybetmiş iki kardeşten biri, iyi yürekli olanıdır. Dilenciliğe zorlandıkları çocukluklarından bu yana, gönlünden silemediği Latika’yı bulmaya çalışırken rastlantıyla katıldığı bir bilgi yarışmasında 20 milyon rupi kazanır. Fazlaca pisliğe bulaşmış, her yanıtın mutlaka acı bir deneyimden geldiği “son kararınız mı?” yarışmasında ortaya konan performans, fonunda bir mafya hikâyesi, ölümsüz aşk… nedense “abla”ya bayağı zorlama gelir.

8. !f İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, Tek Planda Dünya Bölümü’nden İnsan Hakları Hikâyeleri: İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 60. yılı dolayısıyla, Kültür, Onur ve Adalet, Çevre, Katılım, Cinsiyet, Gelişme temaları üzerine üçer dakikalık 22 film hazırlayan tanınmış yönetmenlerin etkileyici çalışmaları arasında “abla”nın aklına çakılan, ırkçılık üzerine olanlardan biridir: Avrupa’da yolculuk eden bir trende, kompartımanda karşılıklı oturan, birbirlerinden hoşlanan Arap kökenli genç kız ile genç adam: Kızın raftaki çantasından adamın başına damlayan parfüm –bile- bir diyalog geliştirmeye yetmez; nedeni, inip uzaklaşan genç kızı izleyen adamın ensesindeki gamalı haç dövmesi ile açıklık kazanır.

8. !f İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, Kuzey Işıkları Bölümü’nden 2008, Danimarka yapımı Just Another Love Story, Başka Bir Aşk Hikâyesi: Yönetmen Ole Bornedal, oyuncular Anders W. Berthelsen, Nikolaj Lie Kaas, Charlotte Finch… “Hiçbir şeyin değişmediği” kişiliksiz kentlerinde, sosyal devlet koruması altında sıkılarak yaşayıp giderlerken, arabalarına çarpan genç bir kadının durumunu merak eden adam, komadaki kadının ailesince sevgilisi sanılarak konunun girdabına çekilir. Dogma’nın, “abla”nın bayıldığı, “Krallık”ın yaratıcısı Lars Von Trier’in memleketine yaraşır, olay örgüsü, kurgusu, gerilimiyle güzel bir film! Filmin başındaki Umut Sanat logosuna bakılırsa satın alınmış…

Paralı Kanal’da 2007, ABD yapımı I Am Legend, Ben Efsaneyim: Yönetmen Francis Lawrence, oyuncular Will Smith, Alice Braga… “Bu akşam 20:00’de ve 22:30’da iki farklı finalle…” diye reklam edildiğini duyup, kendinden beklenmeyen sabırla her ikisini de izleyen “abla”, ilkinin, Hollywood formatında biten salya sümük duygusal finalini hiç beğenmez. On dakika önce Will Smith, sağlıklı kıza, -niyeyse, neredeyse tüm bilimkurgu filmlerinde ille de- vampire dönüşmüş genç kız üzerinde yaptığı ilâç deneyini anlatıp, “duyguları yok, karar alamazlar, eylem koyamazlar…” diyerek ahkâm keserken, saldırı sırasında, “sizi kurtarabilirim” diye seslenerek, laboratuarın kapısını açıp sedyeyle dışarı çıkardığı iyileşme belirtileri taşıyan vampirimsi ile Will Smith tayfasını yemeye gelmişlerin “başı”nın, birbirlerine sarılarak sergiledikleri yapış yapış duygusallık, tek kelimeyle berbat!

Değişik finalli ikinci film, “abla”nın ertesi sabah, filmi daha önce vizyonda izlemiş kızından telefonda öğrendiğine göre, kahraman durumun çıkmaza girdiğini gördüğünde el bombasının pimini çekip ortalığı uçurarak sona erer. Bu şekilde, yanında küçük bir oğlanla Vermont’a gidip “kurtulanlar kolonisi”ne katılan genç kadının, asker, doktor kahraman (Will Smith)dan “efsane” diye söz etmesi anlam kazanır.

Olayların, 2009 ile Maya takviminde “zamanların sonu” denilen 2012 arasında geçmesi, kızın Will Smith’e “dinlersen, Dünya’nın sessizleştiği bu zamanda Tanrı’nın sesini duyarsın” diyip küçük oğlanla yollara düşerek -varlığı şüpheli- “kurtulanlar kolonisi”ni bulması, “abla”nın Kryon Kitapları’nda sıklıkla rastladığı eşzamanlılık (bir yol, çıkış arayışı sırasında bir takım paralelliklerin ortaya çıkması; filmde kahramanın küçük kızının elleriyle kelebek figürü yapması ve finalde kurtuluşa yönelen genç kızın boynundaki kelebek dövmesi…) örneği vermesi, filmin, Yeni Çağ literatürüne katkılarından… Eşzamanlılık, kararsızlığıyla ünlü İkizler Burcu’nun bir ferdi olan “abla”nın en çok başvurduğu ve faydasını gördüğü bir yöntemdir. Yolunu, yönünü yitirdiğinde eşzamanlı olarak ortaya çıkan, beliren, tekrarlanan, “abla”nın gördüğünde “tanıdığı” işaretler, onun yolunda olduğunu, ya da yönelmesi gereken yolu belirler, yeniden huzur duymasını sağlar.

Ve bir şikâyet!
İzleyicisi olduğu, arada -sürpriz!- Avrupa, Amerikan Bağımsız filmleriyle kendisini şaşırtan paralı kanalda, Agahta Christie’nin özgün kahramanlarından Belçikalı Hercule Poirot’nun “yeniden yayınlanan” bölümlerini izleyen “abla”nın sevinci, dublaj emekçilerinin cehaleti yüzünden kursağında kalır: İncilerle ilgili bir bölümde üç kez “Tsar” diyerek söz ettikleri kişinin “Çar” denilerek çevrilmesi gereğinden habersiz oluşları, yabancı isimleri okumada gösterdikleri beceriksizlik… Yetmezmiş gibi, bir de paralı kanalda her filmin baş kadın oyuncusu, aynı dublaj emekçisi kadın tarafından seslendirilir; bu, el yapımı kutular ürettiğinden, ekrana arada bir bakarak, filmi Radyo Tiyatrosu formatında izleyen “abla” için tam anlamıyla bir karabasandır!