19 Ekim 2010 Salı

"Abla"nın, "enerji dozu" ardından: Ekim Cumartesisi, Pazarı, Pazartesisi ve Salısı

Mayıs'ta kızının, anneler günü ve doğum günü hediyesi olarak aldığı -mor- enerjilere, hazır Filmekimi'ne gelmişken, deyip bir doz daha ekleyen "abla", sonraki günlerde yaşadığı harika deneyimi anlatır.

Düzenli okurunun acı macerasını bildiği
Naciye Hanım'ın, katıldığı ilk meditasyon deneyimi izlenimini "abla"ya aktardığı kahvaltıdan sonra, iki kadın yakındaki markete gider, kıza ve damada pişirmek üzere sebze alışverişi yaparlar. Ertesi akşam Kuzey Ege'ye, evine döneceğinden durakta vedalaşırlar, "abla" minibüse biner, Şişli'de Cumhuriyet Gazetesi'nin sokağında iner.

Gazete okumayıp, haber izlemediği son
beş yıl öncesinde, sadık okuru olduğu Cumhuriyet Gazetesi önündeki çelenk ve hüzünlü insan kalabalığı dikkatini çeker; güvenlik görevlisinden, -anneannesiyle aynı tarihlerde, mübadelede Hanya'dan Çanakkale'ye göçen annesi Fatma Hanım tarafından hemşehrisi saydığı- Deniz Som'un vefatını öğrenen "abla" üzülür. Hayatın herşeyden çok geçici, hayattan alınan derslerin ise kalıcı olduğunu bildiğinden yüreğindeki üzüntüye gömülmez, güzel, serin Ekim Cumartesisi'nde Rumeli Caddesi'ne yönelir.

Taksim'e çıkmak üzere teleferiğe binmeden, elyapımı kutularını yaptığı takı tasarımcısı hanımın dükkânına uğrar; el, hayâl ve kalp kırıklığı üzerine acı bir deneyim dinler,
empati kuran yanının kontrolü ele geçirmesine izin vermez, kapılmaz.

Çok eğlenceli bulduğundan, İstanbul'a her gelişinde ne yapıp edip,
hiç değilse bir rotasını teleferik bağlantılı çizen "abla"nın, -değiştirileceğini, damattan da değişim sırasında içinde kalan miktarın sahibine ödenmediğini öğrendiğinden- yükleme yapmadığı Akbil'i, turnikede bildik berbat sesle durumu ilân eder. Ne yapacağını kestiremeyen "abla"nın "kimse var mı, bakar mısınız?" seslenişine telâşla koşan görevli, -kimbilir ne düşünüp neden ürkerek- hattı durdurduğunu söyler, "böyle anî durdurmalarda, sonradan arızalar oluyor" diyerek gözdağı vermeyi de ihmâl etmez. Görevlinin çıkışması, "abla"nın neşesini gölgelemez.

Bir sonraki sınavda
da, kendince yüksek performans gösteren "abla", dönüşünü açık aldığı -bir ihtimal, işi bitti deyip geliş biletiyle çöpe attığından gösteremediği- bilete, işlem yapamayacağını bildiren, -bilgisayar kayıtlarına bakarak sorunu çözebileceğini düşündüğü- görevliye öfkelenmez. Önüne uzatılan formu doldurur, puanlarıyla dönüş biletini alır; bir zamanların şanlı, harlı "abla" öfkesine teğet geçen minik aksiliklerle döşenmiş yolu üzerindeki bir sonraki hedef Beyoğlu Sineması'na yollanır.

Venedik ve Altın Koza'dan ödüllü, 2010 yapımı
Çoğunluk: Yönetmen Seren Yüce, oyuncular Bartu Küçükçağlayan, Settar Tanrıöğen, Esme Madra, Nihal Koldaş, Erkan Can, Feridun Koç... Küçük kızkardeşiyle izeyip, çok beğendikleri film, "abla"yı kötümserliğe sürüklemez. Emsali akranları gibi Mertkan, ev içi şiddetin muhteşem örneği, elbette iyiliğini düşünerek, oğlunu temelsiz düşmanlık duygusuyla yükleyen babasıyla, duyarlılığını çevresine yayamamış annesi arasında sıkışıp pes ederek yaşamla ilgili sorumluluklarını yüklenmeyi reddetmiş, kendisinden güçlü gördüklerinin "oğlum bak şöyle yapmalısın, böyle etmelisin, ...meli, ...malı"larına kendini bırakmıştır. Kendisi hakkında hiç fikri yokken, bilinen -askerliği geciktirmek üzere Açık Öğretimde okumak, sadece "çakmak" amacıyla kız arkadaş edinmek türünden- kalıpları tekrarlayarak yaşayıp giderken -son zamanlarda ille her filmde şakır şukur mastürbasyon sahnesiyle resmedilen abazanlığın da ağırlığıyla-, yakışıklı bir koca bulup evlenmek hayâlini safça ortaya koyan Doğulu kızın ilgisinden etkilenir. Oğlanı sıkmamanın ilişkinin selâmeti için zorunlu olduğunu düşünen ve buna göre, -kökeni dolayısıyla taşıdığı riski gözardı ederek çok fedakâr, verimkâr- davranan kızla buluşur ama, ailesinin bile tanıdığı kız, arkadaşları arasında çingene diye anılmaya devam eder.

Babanın net tavrı üzerine, duygularını soruşturduğu oğlundan, beklediği belirsizliği gördüğünde,
-"abla"nın, oğlunun duygusal tepki vermesi durumunda babayla kıran kırana mücadele edebileceğinden şüphelendiği- anne, "beni babanla uğraştırma" diyerek çoğunluğa katılır.

Küçük kızkardeşinin ısrarlı önerisi üzerine
Aksanat'ta izledikleri, savıyla, sahnelenişiyle pek güzel oyun Şeylerin Şekli'nden tanıdık Bartu Küçükçağlayan Mertkan, film boyunca iki kez, doğru, iyi, güzel'e ulaşma fırsatı yakalar: Sarhoşken arabasına çarptığı, babasının bürosundan tekme sille tokat atıldıktan sonra çay içerken gördüğü taksi şoförüne -"abla"nın çok beğendiği Takva'nın muhteşem Muharrem'i Erkan Can- baktığı birkaç dakika ile Gebze'deki şantiyede akşam yemeği yediği kebapçı önünden geçerken, kendisine başıyla selâm veren Kürt ameleyle bakıştığı kısacık an.

Çıkışta kardeşiyle,
"ne mal olduğumuzu yüzümüze vuran filmlerden" diyerek sınıfladığı film; düşmanlık, hayâlkırıklığı, engellenmekten doğan öfkeli oğula babanın sağladığı "emanet", olacaklarla ilgili hiç umut vermese de, hayatta, sebeplerine bakarak, herşey tam olması gerektiği gibi olduğu fikrine varalı nereye varır bunun sonu kaygısını terkettiğinden, "abla"da hiç umutsuzluk yaratmaz.

Gün boyu sınandığı, baktığında koordinatlarını beğendiği güzel Ekim Cumartesisi, akrabalarla sevgi dolu buluşma ardından,
"eflâtun"a, "bilmemkaç" olduklarını söyledikleri korsan taksiyle evlerine, yarı bedelle ulaşmalarıyla sona erer.

Ertesi gün, günlük güneşlik Ekim Pazarı, kızkardeşler bu kez bir Godard filmi izlemek üzere
Pera Müzesi kapısında buluşurlar. Fransa-İtalya, 1961 yapımı Kadın Kadındır: Yönetmen Jan-Luc Godard, oyuncular Jean-Paul Belmondo, Anna Karina, Jean-Claude Brialy, Henri Attal... Striptizci Angela, birlikte yaşadığı Emile'den bebek ister ama Emile'in buna gönlü yoktur. Ayaklarını silkeler yatağa girerler, konuşurken küser, kalkar kitaplığa giderler, isimleri elle kapatarak ürettikleri sözlerle birbirlerine sataşırlar. Arkadaşları Alfred bebek yapma işine çok heveslidir ve üzerine düşeni de yapar ama çift birbirlerini sevdiklerini farkeder, biraraya gelirler.

Oldumolası Godard filmlerini
"zor" bulan "abla", bu kolay izlenen, eğlenceli müzikâl filmden memnun çıkar; yönetmen ile Truffaut filmlerine şirin göndermeler, kafede Jean-Paul Belmondo'nun, bu filmlerden birinin oyuncusu Burt Lancaster için "arkadaşım olur" deyip, dönüp kameraya sırıtışı... sinemanın gişe kaygısıyla çatılmış kalıplarının olmadığı zamanlarda yapılan filmlerin, ayrı bir tadı olduğunu düşündürür. Angela'yı "şımarık" bulmasının, genlerine işlemiş kadın değersizliği'nden kaynaklanıyor olabileceğini farkeden "abla", bu farkındalığın altını usulca çizer.

Karanlık, ıslak Ekim Pazartesisi sabah 5:30'da,
tufan provası yağış eşliğinde Kuzey Ege'deki evine varan "abla", bir sonraki gün, lodosun nazikçe üfürdüğü ılık Ekim Salısı denize girmeyip yazı yazdığı için suçluluk duymaz, kendisini mutlu eden yazma eylemi sırasında, kendisini bir sonraki iş(ler)i planlarken ya da birşeyler kaçırıyormuş paniğine kapılmış bulmaz. Ve verandada, kendisine koliden ev yapan, önüne mama, süt, haşlanmış yumurta koyan, sulandırılmış İsveç Şurubu'yla ıslatılmış pamukla sık sık sümüklerini silen "abla"nın, kucağı için cayır cayır bağıran bebek kedi, vicdanını rahatsız etmez.

Koordinatlarının yerleştiği tüm bu
yeni iyilik noktalarının, bakışının, -taaa uzaklara dek pırıl pırıl görüş sağlayarak- keskinleşmesi gibi, ruhunun da, -doğru-iyi-güzel seçimlerle, suçluluk duymaksızın dengede kalabilmesini sağlayan- becerilerinin arttığını gözlediği muhteşem zamanın, enerji aldığı günler sonrasına denk geldiğini sevgiyle saptayan "abla" sevinçle, epeydir alamadığı kadar deriiiin bir soluk alır.

14 Ekim 2010 Perşembe

Filmekimi 2010 son günü "abla", iki film görür: Herşey Güzel Olacak, Montpensier Prensesi

Danimarka-İsveç-Fransa, 2010 yapımı Herşey Güzel Olacak: Yönetmen Christoffer Boe, oyuncular Jens Albinus, Igor Rado, Marijana Jankovic... Jeneriği maketler üzerinden akan filmin kahramanı, -yine- maket etkisi uyandıran yarı net görünümlü binalarla örülü kent manzaraları önünde, dehşet ve panik duygusuyla koşar durur. Cumaya dek bitirmesi gereken savaş filmi senaryosu ile, evlât edinme mevzuatı arasında sıkışmışken, gönülden benimsemiş göründüğü "hiçbir işi becerememe" korku/kaygı/baskısıyla, gecenin geç bir saatinde genç bir adama çarpan Falk, adamın çantasındaki işkence kanıtı fotoğrafların ve günlüğünün medyaya yansıması için canını dişine takar. Laser altyazılı, çok güzel polisiye, siyasî, psikolojik gerilim, Falk'ın derinleşen paranoyasıyla giderek puslanır; öyle ki "abla" film çıkışı, bir gün önce ahbap olduğu sinemasever genç hanıma, herşeyin Falk'ın suçlanma korkusu ile şahlanan hayâlgücünden kaynaklanıyor olabileceğinden şüphelendiğini söyler.

Fransa-Almanya, 2010 yapımı Montpensier Prensesi: Yönetmen Bertrand Tavernier, oyuncular Melanie Thierry, Lambert Wilson, Gaspard Ulliel... Bir ustanın elinden güzel bir tarihi film: 16. yüzyıl Fransa'sında aynı kadına âşık -kralın kardeşi dahil- dört erkek ve özellikle saray çevresinde kontrolden çıkan entrika... Gerdek gecesi, perdeleri çekili yatağın yakınında, çarşafı görünceye dek beklerken satranç oynayan babalar gibi, giderek, inandırıcılığı artıran ince ayrıntının sergilendiği tarihi filmlerden birini daha görmüş olmaktan memnun "abla", Filmekimi 2010'u iyi duygularla kapamadan önce, reklam filmlerini değerlendirir, bir de yıldız listesi yapar.

Reklam filmlerinin galibi, 18 kez izlediği, hiç rahatsızlık duymadan bir 18 kez daha izleyebileceği, sevimli GSM operatörü reklamı olur.

Yıldız listesini yaparken laser altyazılı olanlardan bir derleme yapmakta hiç zorlanmayan "abla", gördüğü filmlerden en beğendiği altı filmi, şöylece sıralar:

Aşka Fırsat Ver

Mezara Kadar

Sihirbaz

Ağaç

Chatroom

Herşey Güzel Olacak

13 Ekim 2010 Çarşamba

Filmekimi 2010 altıncı günü "abla", üç film görür: Ağaç, Chatroom, Aslı Gibidir

Fransa-Avustralya, 2010 yapımı Ağaç: Yönetmen Julie Bertucelli, oyuncular Charlotte Gainsbourg, Marton Csokas, Morgana Davies... Arabanın kasasında giderken tarlaya daldıklarında şaka yaptığını sandığı babasının kalp krizi geçirip ölmesi üzerine, üç erkek kardeşi ve eşine âşık annesinden fazla sarsılan Simone, 15 yıldır oturdukları kır evi önündeki devasa ağaca sığınır, oradan, ölmeden az önce kol saatini kendisine veren babasıyla iletişime geçer. Az zaman sonra anne, kızına katılırsa da, kocasının ölümünden sekiz ay sonra ağacın altüst ettiği kirli ve temiz su tesisatı için yardım almaya gittiği kasabada, hem iş bulur, hem de sevgili edinir. Oğlanlar duruma uyum sağlarlar ama Simone, babasının anısına katı biçimde bağlıdır. Ağacın dallarından biri, evin üzerine yıkılp bir kısmını yıktığında, babasıyla özdeşleştirdiği ağacın kesilmesini engellemek üzere, yiyecek stokladığı ağaç kabinde eyleme başlar. "Abla", filmin sonunu yazdığından şikâyet eden kızkardeşinin uyarısını gözönüne alır, laser altyazısı döşenmiş, vizyon sırası bekleyen bu güzelim film hakkında, "görmeye değer"den fazlasını yazmaz.

"
Abla"nın ikinci filmi, Halka 1-2 ile pek beğendiği Karanlık Sular'ın yönetmeninden; İngiltere, 2010 yapımı Chatroom: Yönetmen Hideo Nakata, oyuncular Aaron Johnson, Imogen Poots, Matthew Beard... -Bir önceki festivalin güzel filmlerinden Nowhere Boy'un John Lennon'ı- Aaron Johnson'ın canlandırdığı etkileyici William, oluşturduğu küçük grubunda, zayıflığını keşfettiği Jim'i, daha önce benzerlerini yaptığı biçimde, empati kurmuş gibi yaparak intihara sürüklemeye çalışır. Diğerleri, William'ın, meslekî kariyerini riske soktuğu Eva, ailesine karşı küçük çaplı şiddete azmettirdiği Emily, sevdiği kızın ağabeyinden dayak yemesine neden olduğu Mo, farkına vardıkları gidişi engellemeye çalışırlar. "Abla"nın bir miktar ürkerek gittiği; sanal ile realitenin uygun biçimde birbirine geçip ayrıştığı muhteşem anlatımı, chat odalarının kendilerine özgü duyguyu yaratan güzel tasarım/dekoru, gerilimi, aksiyonu yerli yerinde laser altyazılı film, Halka serisi izleyicisinden çok daha fazlasını salonlara çekecek nitelikte.

2010 Cannes En İyi Kadın Oyuncu Ödüllü, Fransa-İtalya, 2010 yapımı Aslı Gibidir: Yönetmen Abbas Kiarostami, oyuncular Juliette Binoche, William Shimell, Jean-Claude Carriere... Kitabının tanıtımına katıldığı İngiliz yazarın, daveti üzerine küçük sanat galerisine uğradığı güzel kadın, adamı, arabasıyla Toscana'da küçük bir köye götürür. Birlikte, kilisede birbiri ardına kıyılan nikâhlardan birine katılırlar, kadın, minik cafe'de servis yapan yaşlı kadından, adam da turist yaşlı adamdan öğütler alır. Akşama yakın, izleyicinin, 15 yıldır evli, birbirlerini sevmelerine karşın mutsuz, karı-koca olduğunu anladığı ikilinin, hikâyesinin, Kiarostami'nin anılarına dayandığını okuyan "abla", yükseldiği dönemde, ödüle boğulan İran Sineması'ndan bazısı zorlayıcı nice film izlemişliği vardır. Sinemanın, kadın erkek ilişkisinden, eşcinsel beraberliklerine ve duyarlılıklarına eğildiği bu zamanda, -takıntı derecesinde romantik kadın fikrine de sempati duymayışının etkisiyle- "abla" Aslı Gibidir'i ziyadesiyle eski moda bulur.

12 Ekim 2010 Salı

Filmekimi 2010 beşinci günü "abla", üç film görür: Aşka Fırsat Ver, Turne, Carlos

Fransa-Belçika, 2010 yapımı Aşka Fırsat Ver: Yönetmen Yann Samuell, oyuncular Sophie Marceau, Marton Csokas, Michel Duchaussoy... Marguerita'yı taşralı bulup adını Margaret'e çeviren, hırslı iş kadını 40. doğum gününde, -yedi yaşındayken yazıp, kendisine gönderilmek üzere köyün noterine bıraktığı-, hazineyi bulma, çocukluk aşkıyla buluşma türünden bir dizi talimat içeren, süslü zarfları açıldıkça içinden kalpler dökülen mektuplarını almaya başlar; balina veterineri, azize, prenses, düğün pastası aşçısı olamamıştır. İçindeki unutulmaya yüz tutmuş 7 yaşındaki kız, başarılı iş kadını Margaret'in durup, geride bıraktığı 40 yılına bakmasına, gördüğünden pek de memnun olmadığını anlamasına, çok geç olmadan yaşamını yeniden düzenlemesine yardımcı olur. Laser altyazılı film, -kendi içindeki yitik çocuğu çok uzun zaman sonra, yeni yeni bulduğundan- boncuk boncuk gözyaşı dökerek izleyen "abla"nın, vizyona girer girmez görülesi film sıralamasında -şimdilik- baş sırayı alır.

2010 Cannes En İyi Yönetmen, FIBRESCI Ödüllü
Fransa, 2010 yapımı
Turne: Yönetmen Mathieu Amalric, oyuncular Mathieu Amalric, Mimi Le Meaux, Kitten On the Keys, Dirty Martini... -Kelebek ve Dalgıç Giysisi filminden tanıdık- Mathieu Amalric'in yönetip başrolünü oynadığı film, Joachim'in, yıllar önce yeni hayat hayâliyle gittiği Amerika'dan, bir grup geçkin striptizciyle döndüğü Fransa'da yaptıkları gösteriler sırasında yaşadıklarını anlatır.

Fransa-Almanya, 2010 yapımı Carlos: Yönetmen Olivier Assayas, oyuncular Edgar Ramirez, Alexander Scheer, Nora Von Walstatten... Uluslararası terörist Çakal Carlos'un 1975-95 dönemi icraatını anlatan film, bu adamın yaşamı hakkındaki bilgilerde halâ karanlık kısımlar bulunduğu, filmin kurmaca gibi izlenmesi gerektiği uyarısıyla başlar. 1975'te Viyana'daki OPEC toplantısını Filistin davasına destek süsü vererek basan teröristlerin asıl amacı, Irak'ın yeni başkanı Saddam Hüseyin'in başlatmayı düşündüğü savaşa kaynak sağlamak amacıyla, Suudi Arabistan petrol bakanı Zeki Yamanî'yi ortadan kaldırtıp petrol fiyatlarına %30 zam yapabilmektir. Detaylı işlenen baskının enine boyuna anlatıldığı, rehinelerin oradan buraya taşındıkları sürede, bir ara DC 9'un pilotları, dinlenmek için uçaktan ayrılırken Carlos'un uzattığı elini sıkmazlar; bir kaç yıl önce olsa, pilotların davranışını çok onurlu bulup yücelteceğinden emin "abla", bu sahneyi, -herkesin kendi deneyimini yaşamak, öğrenmek üzere geldiği Dünya sınıfında, yapıp ettiklerinin, çok başarılı yıl sonu müsameresinde ortaya konan performanstan ibaret olduğu fikrine/bilincine varalı-, birinden ya da diğerinden yana ağırlık koymaksızın, yargılayıp aşağılamak/alkışlamaksızın, öylece izler.

Eylem sırasında uçakta,
farklı yol izleme kararı alan Carlos'a "devrim bu değil!" diye karşı çıkan Alman kadın teröristi alkışlayan izleyicinin tepkisine bakarak "abla", meraklısınca ayrı yere konacağına emin olduğu filmin, Fransızların uçağı geri istemeleri, Carlos'un liposuction merakı türünden komik yanları da var.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Filmekimi 2010 dördüncü günü "abla", üç film görür: Mezara Kadar, Hırsız, Ateşle Oynayan Kız

ABD, 2009 yapımı Mezara Kadar: Yönetmen Aaron Schneider, oyuncular Robert Duvall, Bill Murray, Sissy Spacek, Lucas Black... Camını taşlayan çocuklara yıllar boyu ateş eden Felix, kasabada herkesin, hakkında korkunç bir öykü bildiği biridir. Ormanda geçirdiği 40 yıl sonunda, elinde bir tomar parayla, kendisine, bir arkadaşının "yaşlılıktan" öldüğü haberini getiren pedere gider, kendisi için bir cenaze töreni istediğini söyler; anlaşamazlar. Konuşmaya tanık olan cenaze levazımatçısı çırağı Buddy ile kentliler gibi ölmeyi bilmediklerinden iflâsın eşiğinde patronu, bu yeni kurtuluş umudunu değerlendirmeye, Felix için, ödülü araziyle evi olan bir kur'a çekilişinin de yapılacağı, kendisi hakkında öyküsü olan herkesi anlatmaya davet ettiği bir cenaze partisi düzenlemeye karar verirler.

O ara, 40 yıl öncesinden bir sevgili oraya çıkar, -"abla"nın, Günah Tohumu, Carrie'den bu yana hayranlık duyduğu Sissy Spacek-, kadına, "seni görmeye geldiğimde, kardeşin annenle çamaşır asıyordu, yüzünü bana döndüğünde kalbim öyle çarptı ki... o ana dek bir kalbim olduğunu bile bilmiyordum" itirafında bulunan Felix, radyo programına katılır, kuzeye gidip ahşap kilisesini yaptığı pederi ziyaret eder daveti reddedilir, kur'a için toplanan paralar kaybolur; filmin sonunda yaşlı adam, giderek derinleşen sırrı, cezasını çektiğine karar verip itiraf edecek gücü bulduğunda, partiye katılan kasabalı kalabalığına açıklayacaktır.

Cenaze levazımatçısı-Bill Murray-nın neden olduğu çok hoş esprilerle gelişen, öyküsü kadar, işlenişi de güzel
laser altyazılı film, "abla"ya kalırsa, vizyona girer girmez memnuniyetle izlenecek.

2010 Diagonale En iyi Avusturyalı Erkek Oyuncu, En iyi Avusturyalı Kadın Oyuncu ödüllü, Avusturya-Almanya, 2010 yapımı Hırsız: Yönetmen Benjamin Heisenberg, oyuncular Andreas Lust, Franziska Weisz, Markus Schleinzer... Soygun girişimi yüzünden içerde Johann, koşu bandında, ufacık bahçede dört dönerek koşarken salıverilir. Özgür yaşamını, bir yandan banka soyarak, öte yandan maraton koşarak, rekorlar kırıp ödüller kazanarak sürdürürken, kendisini mutlu edemeyeceğini söylediği sevgilisi tarafından ele verilir ve takip başlar. Konusunu gerçek yaşamdan alan film, karın serpiştirdiği otoyol kıyısında, böğründeki yaradan sızan kanla, Johann'ın hayattan sızışına tanıklık eden sileceklerin hüzünlü gelgitinde, sevgilisiyle yaptığı son telefon/veda konuşmasıyla sona erer.

Her yaşamdan bir şeyler öğrenilerek tekâmüle ulaşıldığı fikrindeki "abla" düşünür,
"Johann, bu yaşamdan ne öğrenmiş olabilir?"

İsveç-Danimarka-Almanya, 2009 yapımı
Ateşle Oynayan Kız: Yönetmen Daniel Alfredson, oyuncular Noomi Rapace, Michael Nyqvist, Lena Edre... Japonya dönüşü, Millenium Üçlemesi'nden Ejderha Dövmeli Kız'ı izleyen "abla" için, üçlemenin ikinci filmi Ateşle Oynayan Kız'a, Filmekimi'nde rastlamak tam bir sürpriz olur. Bilgisayar ustası, asi, gizemli baş kadın karakter Lisbeth Salander, bu defa, kendi başına örülen -üç cinayet- çoraplarla uğraşmak zorunda kalır. İlk filmde dersini verdiği gözetmeninin evine, bir yıl sonra varıp, silâhıyla hizaya çekmeye çalıştığı adam, göçmen kızların suistimal edilişinin incelendiği tezin yazarı ve sevgilisi gazeteciyle aynı zamanda öldürülür. Parmak izlerinin Salander'i göstermesinin ardında, görünenden çok daha büyük ve eski bir neden vardır. "Abla" meraklısına, önce Ejderha Dövmeli Kız'ı, sonra Ateşle Oynayan Kız'ı izlemesini önerir.

Stieg Larsson
'un üçlemesinin ilkinde, sevgiye karşın dağılmış aile fertleri biraraya gelirken, ikinci bölümde, birbirinden nefret eden aile fertleri buluşur; "abla", üçlemenin üçüncü bölümünü şiddetle merak eder.

10 Ekim 2010 Pazar

Filmekimi 2010 üçüncü günü "abla", iki film görür: Benim Güzel Oğlum, Ne Yaptın Sen? ve Jack'in Kayık Gezintisi

Dünya'nın, analogdan digital'e geçtiği çok önemli kozmik tarihlerden biri olan 10.10.10 müjdesini veren maillerini okuyup olumlamalarını yaparken kendini genişlemiş büyümüş hisseden "abla", serin, temiz sabahta, gelip kendisini alan arkadaşlarıyla buluşur; kahvaltı etmek üzere, -yaşamının en bunalımlı dönemlerinde hafiflemeye, küçük kızını kapıp kapıp gittiği, dolanıp sakinlediği Yıldız Parkı- Malta Köşkü'ne yollanırlar. "Abla" uzun zamandır uğramadığı parkı pek temiz ve bakımlı bulurken, giderek kalabalıklaşan köşkte, kahvaltı, zengin, temiz, lezzetli ve mâkul fiyatlı bulunur.

Kendi biletleri,
diğer Filmekimi salonlarından Maçka G-Mall'da olan sevgili arkadaşlarının, kıyamayıp Taksim'e bıraktıkları "abla", 13:30 seansı için Atlas Sineması'na yönelir.

ABD-Almanya, 2009 yapımı
Benim Güzel Oğlum, Ne Yaptın Sen?: Yönetmen Werner Herzog, oyuncular Michael Shannon, Willem Dafoe, Chloe Sevigny, Udo Kier... Gerçek bir olaya dayanan filmin kahramanı, sabah kahvesine gittikleri komşularının evinde, gözleri önünde, önce bir elindeki baseball sopasını gösterdiği komşudan herşey olup bitmeden kendisini bununla öldürmesini ister, sonra diğer elindeki eski kılıçla, son sözleri "my son, my son, what have ye done?" olan annesini biçer. Nişanlısı ile, katili, yetenekli olduğunu düşündüğü halde uyumsuzluğu yüzünden tiyatro grubundan atan yönetmenin tanıklığında operasyon sürer. Eve kapanıp, iki rehinesi (flamingo) olduğunu öne süren genç, -bu noktaya gelişi, geri dönüşlerle anlatılırken- Peru'da, rafting için uygun görünmeyen nehre girmeye hazırlanan arkadaşlarına (galiba) müslüman olacağını bildirir, oğlanların boğulmalarından sonra San Diego'ya döner, çok değiştiği konusunda herkes hemfikirdir. Böyle bir olayın insan psikolojisini altüst edeceği fikrine katılsa da "abla", oğluna çok düşkün, baskın karakterli anne ile -kadının, oturdukları odaya kapı çalmadan dalıp, yiyecek içecek taşımak türünden- tavrından hoşlanmayan nişanlısı arasında sıkışan, bir yandan annesinden fazla uzağa da taşınmaya gücü yetmeyen, travmatik olay yüzünden dengesiz oğlanın işlediği cinayetin daha çok, bir tür, yarıp çıkma çabası olduğunu düşünür.

Hem anne ve hem evlât olarak, kendisi başta olmak üzere,
bir yıl sürdürdüğü grup terapisinden, izleyen yıllarda katıldığı, benzer, daha iyi olma çalışmaları'ndan tanıdığı, anneleri tarafından çoklukla koşullu sevgiyle nasıl sakatlandıklarına tanık olduğu çoğunluğu kadın nice insan ve hikâyeleri, "abla"nın, annesinden doğalı yıllar olduğu halde göbek bağı kesilmemiş filmin kahramanını anlamasına yardımcı olur.

Bir sonraki filme epey zaman olduğunu gören "abla" Tünel'e doğru yürümeye niyetlenirse de, yolu kasklı, koyu lâcivert bir duvar tarafından kesilir: Galatasaray Lisesi önündeki grup okudukları bildiri ardından dansla, davulla, şarkıyla, ellerindeki KEG (Küresel Eylem Grubu) yazılı pankartlarla, Taksim'e doğru yürüyüşe geçerler.

ABD, 2009 yapımı Jack'in Kayık Gezintisi: Yönetmen Philip Seymour Hoffman, oyuncular Philip Seymour Hoffman, Amy Ryan, John Ortiz, Daphne Rubin-Vega... Arkadaşları, her ikisi de kendi hallerinde Jack ile Connie'yi tanıştırırlar. Bir sahne oyunundan uyarlama ve ilk yönetmenlik denemesinde, Philip Seymour Hoffman'ın sahnede de canlandırdığı Jack, hayatı çok ciddiye alan bir adamdır; öyle ki, sohbet arasında kız "...tekne?" diyecek olur, Jack altı ay sonrası için yüzme derslerine başlar, kız kendisine yemek hazırlayacağını sanır, Jack bir şeften yemek dersleri almaya başlar, kız bir uzay gemisindeki fantezisinden sözedecek olur, Jack "uzay seyahatleri" der, "uzay turistleri için..."

Büyük beklenti yüklenen herşeyin başına gelen, Jack'ın Connie'ye hazırladığı akşam yemeğinin başına da gelir,
hayatın kendileri olmalarına izin vermekte nazlandığı kırılgan insanlar birbirlerine girerler; bu, Jack-Connie ilişkisinin iyiye gitmesine neden olurken, onları tanıştıran arkadaşlarının beraberliklerinin sonu olur.

9 Ekim 2010 Cumartesi

Filmekimi 2010 ikinci günü "abla", iki film görür: Mamut, Mutluyum, Devam Et

Fransa, 2010 yapımı Mamut: Yönetmenler Benoit Delepine, Gustave Kervern, oyuncular Gerard Depardieu, Yolande Moreau, Isabelle Adjani... Kendini bildi bileli çalışmış, tek gün izin kullanmamış, hastalık çıkarmamış, huysuzluk dahi etmemiş Serge, bu özelliğiyle ideal bir işçiyken, -güya-, kendisi için düzenledikleri uğurlama partisinde, yumuldukları çerez çıtırtısı eşliğinde şefin yaptığı konuşma sırasında, -güya- arkadaşlarının tekinin bile kendisine bakmadığı muhteşem sahneyle uğurlanır. Emeklilik hediyesi, karısının "ne olsa mikrodalga fırın ya da düz ekran TV'nin yerini tutmaz" diyerek dalga geçtiği 2000 parçalık yapboz'dur.

Emekliliğinin ilk günü çıkan karışıklık üstüne, eksik ödenmiş sigorta primleri yüzünden çekecekleri ekonomik sıkıntı kapıdayken, Serge, akıllı karısının itişiyle, eksik evrakları tamamlamak üzere,
acı bir anıya neden olduğundan yıllarca el sürülmemiş motosikletine atlar, yola koyulur. Bazısı kapanmış, birkaçı fazla vergi ödememek için Serge'i bildirmemiş, biri alzheimer olmuş, diğeri kendisini salak bulduğu için kayda almamış işyerleri/patronları boyunca dolanıp dururken parasını bir fahişeye kaptıran Serge, arada, tuhaf yeğeni ve kuzeninin evine uğrar. Başından kan sızan güzel genç kadının eşlik ettiği yolculuğu boyunca değişim geçiren Serge, yıllar içinde çok değer kazanmış motosikleti satarak ekonomik problemini, sevgilisinin hayaletinin "bensiz mutlu ol" dileğine uyarak yüreğindeki düğümü çözer, hatta lise bitirme sınavına girer, şiir bile yazar. Koca göbekli, beline dek uzanan lüle lüle saçlı, yaşlandıkça, çirkinliğiyle birlikte karizması artan Gerard Depardieu'nün götürdüğü, izlenesi, güzel bir yol filmi.

2010 Sundance İzleyici Ödüllü,
ABD, 2010 yapımı Mutluyum, Devam Et: Yönetmen Josh Radnor, oyuncular Malin Akerman, Josh Radnor, Kate Mara... Altı New Yorklunun, temelini aşk ilişkisinin oluşturduğu, -"abla"nın "klâsik festival filmi" tanımlamasını hakeden- türde filmlerden biri. "Abla"nın, bir gün önce izlediği, Des Hommes et des Dieux orijinal adının -Tanrının Adamları diye değil- İnsanlar ve Tanrılar şeklinde çevrilmesinden duyduğu rahatsızlık, Happy Thank You More Please orijinal isminin Mutluyum, Devam Et diye çevrilmiş olmasıyla tekrarlanır.

"Abla"ya göre, filmin,
-kahramanlardan birine Hintli taksi şoförünün söylediği, hakettiğimiz gibi mutlu olmayı istiyorsak, minnet ve şükran belirterek biraz daha fazlasını isteme'ye dayanan- anafikri "Mutluyum, teşekkürler, biraz daha lütfen..." cümlesi, Mutluyum, Devam Et olunca bir dizi tuhaf sözcüğe dönüşmüş.

8 Ekim 2010 Cuma

Filmekimi 2010 ilk günü "abla", üç film görür: Sihirbaz, İnsanlar ve Tanrılar, Şeytanı Gördüm

Sonuncu Japonya gezisi yazısını, senbilirsinabla seyahatte isimli bloguna koyup, kızkardeşleri ve teyzelerinin dahil olduğu 25 kişilik grubu İstanbul'a salimen döndüren "abla", Kuzey Ege'deki evine dönüşünün üçüncü haftasında, üşenmez, biletlerini kardeşine sipariş ettiği Filmekimi 2010 filmlerini izlemek üzere, başlangıcından bir gün önce İstanbul'a gelir.

Listesini öncelikle,
emekli tarifesi dediği -hafta içi, ilk üç seans (4 TL)- şekilde düzenleyen, yetiştiremediklerinden, hafta sonuna da birkaç film koyan "abla", -seansı uyanık tamamlama ihtimâli olmadığından, bu defa da- son yıllarda olduğu gibi, 21:30'lara film koymaz, gala filmi izlemeye hiç yeltenmez.

İlk sekiz Filmekimi'ni,
güzelim salonuna çok yakışan Emek Sineması'nda izlediği gösterim -bu kez- birkaç salonda; "abla"nın ilk bileti Beyoğlu Sineması'nda, İngiltere-Fransa, 2010 yapımıSihirbaz: Yönetmen Sylvain Chomet'yi, bir kaç yıl önceki İstanbul Uluslararası Film Festivali'nde çok beğenerek izlediği Belleville'de Randevu canlandırma filminden tanıyan; senaryonun yazarı, -canlandırma filmin baş karakteri sihirbazın bir ara daldığı sinema salonunda, perdede de çok kısa görünen- Fransız güldürü ustası Jacques Tati'yi, yine çok eski İstanbul Uluslararası Film Festivallerinden birinde izlediği bir demet sessiz filminden sevgi ve sempatiyle hatırlayan "abla", Sihirbaz'ı çok severek, beğenerek izler. Laser altyazısından, vizyona hemen gireceği belli, güzel deniz, tren yolculukları, mekânların gün doğumu-gün batımı harika ışık değişimi, birbirlerinin dilini bilmeyen karakterlerin muhteşem iletişimi, incelikli detaylarıyla kentler, sihirbazlar, vantriloglar döneminin yerini, yerlerde yuvarlanan şarkıcılarla saçını başını yolan hayran güruhuna sessizce, hüzünle bırakışı... Güzelim film "abla"ya kalırsa, sadece meraklısının değil, her çeşit izleyicinin bayılacağı türden.

"Abla"nın ikinci filmi
Atlas Sineması'nda: 2010 Cannes Büyük Ödül'ü almış, Fransa, 2010 yapımı İnsanlar ve Tanrılar: Yönetmen Xavier Beauvois, oyuncular Lambert Wilson, Michael Londsdale, Olivier Rabourdin, Philippe Laudenbach... 1996'da Atlas Dağları'nda bir manastırda, bitişikteki Müslüman köyü ile içiçe, huzur içinde yaşayıp giderlerken, -"her nasılsa" yükselen- köktendinciler tarafından katledilen sekiz Fransız keşişin öyküsünü anlatan film, ağır temposu yüzünden çok kolay izlenemese de, yaşananların anlamsızlığını ortaya koyuşundaki içtenlik, mesajındaki duruluk dolayısıyla övgüyü hakeder.

Günün son filmi, yine Atlas'ta;
Güney Kore, 2010 yapımı Şeytanı Gördüm: Yönetmen Kim Ji-Woon, oyuncular Lee Byung-hun, Choi Min-sik... Kötü adamı, "abla"nın, bir kaç yıl önce beğenerek izlediği İhtiyar Delikanlı'yı canlandıran aktörün oynadığı filmin tanıtımı, katalogda, siyah harflerle 18 yaşından küçük izleyiciler için uygun değildir başlığıyla yapılır. Güney Kore Sineması'nın bu tarz gerilim filmlerinin ticarî başarısı nedeniyle olsa gerek, gösterime hazır laser altyazılı film, sonunda salondan bir miktar alkış alsa da "abla" ve kızkardeşince beğenilmez. Tanıtımı yapılırken "...Şeytanî zekâsıyla dehşetengiz cinayetler..." işlediği iddia edilen seri katil, hiç de zekâ gerektirmeyen, incelikten yoksun, kaba saba eylemlerini sürdürür, giderek tecavüzcü bir havaya bürünürken, arasıra salonda, -inandırıcılıktan uzak oluşu yüzünden mi, ölçüsüz/anlamsız şiddet ve kan israfı yüzüden mi bilinmez- kahkahalara da neden olur. Filmin tümüne yayılmış, yamalı bohçamsı tarzın kafasını karıştırdığı izleyici, bazen sevimli katilin, bir defasında da, tarayıp briyantinlediği saçlarıyla, eskilerden pek güzel romantik bir parçayı gitarıyla seslendirişine tanık olur. Meraklısının, "hakettiği ilgi"yi göstereceği film, ismi yanıltmış olmalı, mistik bir yaklaşım bekleyen "abla"yı hayâlkırıklığına uğratır.

4 Mayıs 2010 Salı

"Abla", biri paralı kanalda, diğeri sinemada iki muhteşem film izler: Zaman Yolcusunun Karısı ve Beyaz Bant

2009 ABD yapımı Zaman Yolcusunun Karısı: Yönetmen Robert Schwentke, oyuncular Eric Bana, Rachel McAdams... Audrey Niffenegger'in çok satar kitabından uyarlanıp, "aşk beklemeye değer" klişe sloganıyla pazarlanan bilimkurgu dram, aşk öyküsünden çok zaman kavramını didikler niteliktedir. Ne zaman, hangi şartlarda, nasıl olacağını bilemediği/kontrol edemediği nöbetlerle -giysisini geride bırakarak eriyip yokolarak- zaman içinde savrulurken, -sonunda- öldürücü yara aldığı kırda dostluk geliştirdiği, kendisine âşık olan küçük kızın -büyüyüp karşılaştıklarında- rehberliğiyle yalnızlıktan kurtulan, aşkla bağlanıp evlenen, eşinin iki düşük yapması üzerine kendini kısırlaştırmasına karşın, dönüşlerinden eski tarihli birinde neden olduğu hamilelik sonucu sağlıklı bir kız bebek babası olan adamın; ölümünden sonra, geri dönüşlerinden birinde, kendisini tanıyıp seslenen, -yerini ve zamanını kontrol edebildiği yolculuklar yapan zaman yolcusu- kızının ve ne zaman öleceği bilinen, büyük sükûnetle vedalaşarak uğurlanan, ölümünden sonra da bir öpücük boyu ziyaretler yapabilen, bir görünüp bir yokolan bir adamı sevmenin nasıl bir şey olabileceğini doğru anlatan zaman yolcusunun karısının öyküsü, "abla"ya kalırsa, zamanın bir tasavvurdan ibaret olduğu, insanı sevginin yörüngede tuttuğu hatta ölümsüzleştirdiği fikri üzerine, -küçük bir çocukken annesini kaybettiği kazada, kendisini teselli ettiği tuhaf bölüm dışında- savı güçlü, üzerinde uzun uzun düşünülesi, çok güzel bir film!

Emek Sineması'nın
-şimdilik son- icraatı, Ekim 2009 Filmekimi gala filmlerinden, 2009 Almanya-Avusturya-Fransa yapımı Beyaz Bant: Yönetmen Michael Haneke, oyuncular Ulrich Tukur, Christian Friedel, Leonie Benesch, Ursina Lardi, Michael Kranz... "Faşizmin ayak seslerini haberleyen..." diyerek tanıtımı yapılmışsa da, Birinci Dünya Savaşı az öncesinde, tutucu küçük bir köyde yaşananları anlatan film "abla"nın fikrine göre, bilincin, değişip evrilerek dönüştüğü, çok özel zaman devrelerinden birinin başlangıcını anlatan, muhteşem bir film!

Tanrı'nın temsilcisi
sert, hoşgörüsüz peder, "kuzuları"na manevî dehşetler salarak onlara hükmederken, baron, açlıkla korkutarak, emeklerini sömürmeyi sürdürür; baba, doğal hakkını kullanarak kızının cinselliğinden faydalanırken, erkek egemenliği, izleyicinin, "bu insanlar bunca trajediyi nasıl kaldırabiliyorlar?" diye sorduğu bu noktada, kaba algının, yerini daha incelikli algıya bırakmaya başladığı -bilincin dönüşümüne rastlayan- o olağanüstü zaman parçalarından birinde, alttan alta, yavaşça sorgulanmaya başlanır.

Kanlı gerilime hiç iltifat etmeyip
"kan görmek istesem mezbahaya giderim!" diyen "abla"nın fikrine göre, çok beğendiği gerilim ustası Hitchcock, anlaşılır, izlenebilir güzelim öykülerini anlatırken izleyici gerilse de, olaya güvenli bir mesafeden bakar. Haneke, özenle belirsiz kalır, şiddetin anlamı, dayanağı yoktur, izleyici diken üzerinde otururken -Ölümcül Oyunlar'daki gibi- "bunun bir film olduğuna dair" uyarılsa da, öylesine işin içine çekilmiştir ki, uyanmayı reddeder. "Abla"ya kalırsa, Haneke, bu noktada Hitchcock'un seslendiği, insan doğasının karanlık yanın bir alt tabakasına inmeyi, oradan kanırtmayı mükemmel biçimde başarmıştır.

İki kere,
akla zarar "Tabii ki de!" ifadesinin geçmesi yetmezmiş gibi, siyah beyaz filmin, kar, tarla türünden tümüyle açık zemin üzerine serilen, laser beyaz altyazısı, Haneke'nin yarattığı gerilimi katlayarak, öğretmenin anlattığı öykünün güme gitmesine neden olur! "Abla", eskiden altyazıların siyah incecik konturları olduğu, her ahvâl ve şartta rahatça okunduğu zamanları hasretle anar, görünmeyen altyazıyı okumaya çabalarken, geniş koltuklara yayılınca kendilerini evlerinin salonunda zannederek yanındakiyle sohbete dalan, haşır huşur birşeyler yiyen arka sıranın desteğiyle, atmosferiyle muhteşem film, giderek katlanması zor bir zahmete dönüşür. Öyle ki, kızıyla, uzun zamandır yaşamadıkları türden gerilim, zıtlaşma ve atışma yaşayan "abla", geceyi göğsünde, kalbini yaran gümüş bir hançerin, son kötücül kaygı, korku, nefret, öfke benzeri tortuları akıttığı imgesiyle, ağrıyla arınarak geçirir.

19 Nisan 2010 Pazartesi

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali sonrası "abla"nın yıldız listesi

Festival boyunca iki hafta her sabah yürüme alışkanlığının yarattığı dürtmeyle, kızını da kalkındırıp, konuşa söyleşe Taksim'e yürüyen "abla", alışveriş yapmak isteyen kızından ayrılıp Beyoğlu Sineması'nın olduğu Halep Pasajı'na girer; aşağı inecekken, odasının kapısı açık -kendisini, Zeki Demirkubuz'la tanıştıralı gönlünde yeri ayrı- işletmeci beyle selamlaşır, ayaküstü bir sohbet tutturur. Bir sonraki festivale dek vedalaşırlarken, "inşallah, bakalım o zaman kadar..." der işletmeci bey, "Alkazar salonlarına talip olduk, malsahibi, yandaki mağaza da onun, öyle bir para istedi ki kira olarak... Filmekimi'ni Atlas'ta yapacaklar, biz de katılmak istedik, bakalım..." Sohbet sonunda; sinemaya gitmeye üşenip, korsan mı değil mi bakmadan edindiğimiz filmleri, evlerimizde oturup izlediğimiz sürece, salonlar kapanmaya mahkûm…” diyerek görüş bildiren “abla” hiç de umutsuz değildir; Gençliğinde gittiği, Zincirlikuyu, Ortaköy, Kadıköy'ün ara sokaklarında, ülkelerinde yasaklanmış, dağıtım şirketleri şartlarına uyamayıp kenarda kalmış filmleri gösteren, küçük, soğuk, rutubetli Kültür Merkezleri'nden bilir ki, kendisini sinema aracılığıyla ifade etmeye kararlı insanlar her zaman olacak, filmler çekilecek, -İstiklâl Caddesi’ne paralel sokaklardan birinde, Kasımpaşa’ya inen merdivenlerin başındaki pasajda olduğu gibi- minicik, salaş bir mekânda da olsa, o filmler bir yolunu bulup izleyicisiyle buluşacak…

İKSV'na büyük teşekkür duyarak, emekli tarifesi hafta içi 3.5 liradan -Akbank Galaları'ndan 3, Uluslararası Yarışma'dan 3, Sinemada İnsan Hakları Yarışması'ndan 1, Türk Sineması Ulusal Yarışma'dan 2, Yarışma Dışı 2, Dünya Festivallerinden 9, Yıllara Meydan Okuyanlar'dan 1, Genç Ustalar'dan 5, Antidepresan 6, Mayınlı Bölgeden 4, Canlandırma Sineması Estonya'dan 2, 30 yılın en iyi ilk filmleri'nden 1, İstanbul: İçeriden ve Dışarıdan bölümünden 4, Büyüleyici İsyancılar'dan 2, Elia Suleiman'dan 1 ile Açılış filmi ve Yeni Türk Sineması bölümünden 1 olmak üzere- toplam 48 film izleyen, Antidepresan bölümü filmlerini öncelediği için, kızkardeşine yöneltilen "ablan depresyonda mı?" sorusuyla karşılaşan "abla", ilk on film için eleme yapmakta zorlanır; birini, diğeri önüne/ardına koyma konusundaki kararsızlığı yüzünden şöyle bir liste oluşturur:

Kosmos, Elveda, Koca Dünyada Kurtuluş Pusuda, Troçki, Bay Hiçkimse, Özgürlük, Şeref Madalyası, Patenci Kızlar, Öksüz, Akıntıya Karşı.


10 dakika süren reklamların galibi; 48 değil, 148 kez izlese bıkmayacağı,
-öyküsü Mısır'da biten Eleanor ile, Tibet'te biten çevre ve hayvan hakları koruyucusu genç kız versiyonuyla izlediği, bir de görmeyip çok merak ettiği salgınlı, karantinalı olanı-, aynı çekimi değişik metinle sunma yaratıcılığı ve becerisiyle "abla"nın hayranlığını kazanan Akbank filmi!

18 Nisan 2010 Pazar

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali son günü "abla" üç film görür: Bal, Savaş Sırasında Yaşam, Bay Hiçkimse

Türkiye- Almanya, 2009 yapımı Bal: Yönetmen Semih Kaplanoğlu, oyuncular Bora Altaş, Erdal Beşikçioğlu, Tülin Özen... Süt'te, özellikle sonda, madenci ışığına çakılı uzun durağan sahnelere bakarak, Yusuf üçlemesinin son bölümünde izleyicinin, 45 dakika süreyle Yusuf'un vesikalık fotoğrafına bakması ihtimalinin altını çizen "abla"yı utandırır tempoyla Bal, Yusuf'un babasının ölümüyle biten ilk okul yılını anlatır. Karadeniz'e, yaylalarına, insanına aşina ve âşık "abla", filmin aldığı ödüllerin bir kısmının yörenin muhteşem doğasına gittiğini düşünürken haklıdır. Bir şeyin eksikliğini fazlasıyla hisseder; birbirleriyle, kendine özgü müziği olan yerel dille konuşmak yerine, insanların konuştuğu tertemiz İstanbul Türkçesi, "abla"ya "anlaşılmaz da olsa yerel dille konuşulsaydı, bu film kimbilir ne muhteşem olurdu!" dedirtir.

ABD, 2009 yapımı
Savaş Sırasında Yaşam: Yönetmen, "abla"nın yıllar önce yine festivalde izleyip bayıldığı Mutluluk'un yönetmeni Todd Solondz, oyuncular Shirley Hendersen, Ciaran Hinds, Allison Janney... Akbank Galaları bölümünden: Ailenin, her biri ayrı bunalım yaşayan kadınlarını, cinsel takıntılarını "ti"ye alan Solondz, görünen o ki, aklındaki -özellikle ve öncelikle- pedofili konusuna yanıt bulamamış: Mutluluk(1998)'ta, akranı oğlanlara ilgisini farkedip, sevgisi elde etme uğruna, babasına kendisini "öneren" oğul -artık- üniversiteye gitmekte, bonobo maymunları arasındaki ensest ilişkiler üzerine tez hazırlamaktadır. Terapi de gördüğü hapisten çıktığında, kendisini, üniversitedeki odasında ziyarete gelip özür dileyen babasına tezini, "baba oğulla, kızıyla, ana oğluyla... huzur içindeler..." diye anlatır. Filmin sonunda -bu kez- küçük oğlan, öldüğü söylenen babası hakkındaki gerçeği bilerek, -adamın siyah takım elbisesiyle karşı kaldırımdan sessizce süzüldüğü sahnede, beride- "ben" der, "babamı istiyorum!"

Tarihin bir döneminde soyu/soyluluğu korumak amacıyla kızkardeşleriyle evlenen krallar geleneğinden haberli "abla",
-çekinik olup, aile içi ilişkide tekrarlanarak baskın hâle gelen arızalı genin sakatlıklara neden olması dışında- ensestin, nasıl olup da gelenekten tabuya dönüştüğünü merak eder.

Fransa-Almanya-Kanada-Belçika, 2009 yapımı
Bay Hiçkimse: Yönetmen Jaco Van Dormael, oyuncular Jared Leto, Sarah Polley, Diane Kruger... Akbank Galaları bölümünden: 2092 yılında, Dünyada kalmış son ölümlü, 117 yaşındaki Bay Némo Hiçkimse, hakkında birşey bilmeyen doktorun hipnotize etmesiyle, parça parça hatırlar. Ayrılmak üzere olan anne babası, peronda, aralarındaki Nemo'ya, küçük bir çocuk için çok ağır bir soru sorarlar; "annesiyle gitmek mi ister, babasıyla kalmak mı?" Tren hareket eder, Nemo koşar, bir parçası trene yetişir, annesiyle gider, diğer parçası babasıyla kalır, ağır, depresif bir yaşam sürer. Komşu kızlardan, akranı üçü, çeşitli biçimlerde Nemo'nun yaşamlarına girer, eşi olur. Bu uzun yaşamlarda birkaç ölüm biçimi deneyimlenir; Nemo'nun ana babası arasında parçalanması sınırsız sayıda olasılığa yol açmıştır.

"Telomerizasyon"dan önce
nasıl yaşadıklarını bilmek isteyen gazetecinin, müzeden yürüttüğü makaralı teybine, "sigara içtik, et yedik, âşık olduk..." diye anlatan Nemo, Anna'nın yaptığı hesaplamalarla varıp bildirdiği tarihe, saate dek yaşamayı başarır ve -Big Bang ile varolmuş düzen tersine dönüp Big Crush başlangıcında- yüreğinde taşıdığı aşkla sonsuzluğa yürür.

Mars'a giden turist grubunun, gördüğü yığınla bisiklet için
"işçilik burada Çin'den daha ucuz!" yaklaşımı, Elise'in saçlarını kestiği aşkını tanımayıp yıllar önceki fotoğrafına bakıp ağlayışı, güzel bilimkurgusal mekânlar, Mars... "Abla"nın çok beğendiği, bir yanıyla komik film, "vizyona girer girmez, ilk fırsatta bir daha izlenesi filmler" grubundadır.

17 Nisan 2010 Cumartesi

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali 15. günü "abla" üç film görür: Kars Öyküleri, Yepyeni Bir Hayat, Geride Kalan

Türkiye, 2010 yapımı Kars Öyküleri: Yönetmenler Özcan Alper, Zehra Derya Koç, Ülkü Oktay, Ahu Öztürk, Emre Akay, oyuncular Berna Adıgüzel, Rıza Akın, Ayda Aksel, Erol Babaoğlu... Yarışma dışı bölümden, katalogda, "Ankara Sinema Derneği'nin 2007'de Gezici Festival kapsamında düzenlediği Kısa Film Senaryo Yarışması'nın teması, "Kars" olarak belirlenmişti. Kazanan beş senaryo beş ayrı kısa film olarak çekildi ve Kars Öyküleri adlı uzun metrajlı film ortaya çıktı. Kars ve çevresinde yapılan çekimlerde birçok oyuncu gönüllü olarak rol alıp bu projeyi destekledi. Kars Öyküleri 2010 Rotterdam Film Festivali'nin Parlak Gelecek bölümüne seçildi ve dünya prömiyeri burada gerçekleştirildi." cümleleriyle tanıtılan filmi izlemek üzere Beyoğlu Sineması'na inen "abla", bir kısmını filme emeği geçenlerin oluşturduğu kalabalıkla karşılaşır.

Gösterim sonrası,
"abla"nın büyük hayranlık duyduğu Sonbahar'ın yönetmeni Özcan Alper(Moto Guzzi) dışında, Zehra Derya Koç (Kül), Ülkü Oktay (Zilo), Ahu Öztürk (Açık Yara), Emre Akay (Küçük Bir Hakikat), izleyicilerin sorularını yanıtlarlar: "Size ne esin verdi?" sorusu, "Kars'ın uzaklığı... babamla olan mesafem... Adana'da geçen bir öyküydü, Kars'a uyarladım" yanıtları alır. Kars'ın ayağa kalkmak için bu desteğe ihtiyacı olduğunu söyleyen hanıma yanıt, İnat Hikâyeleri oyuncusu Tuncel Kurtiz'den gelir: "Eski Kars belediye başkanı Naif Alibeyoğlu, 3 yıl festival yapmıştı, yeni başkana bir telgraf çekelim, lütfen değil, bu filmlerin galasını, yap! diyelim". "Yöresel ağız hiç kullanılmadı, neden?" sorusu "bu soru Reha Erdem'e sorulmuyor...", Emre Akay'dan "benimki İstanbul özentisi bir ailenin karikatürüydü zaten... " Ahu Öztürk'den, "ben, bizim köyün ağzını kullanmaya çalıştım" yanıtı alır. Gezici Film için, önerenlere, Artvin'i görüp çok etkilenmiş olan "abla"nın içtenlikle katıldığı sohbet, yapımcı Ahmet Boyacıoğlu'nun, "çok yardım ve destek aldık, sıfır bütçe ile çalışıldı" sözleriyle sonlanır.

Güney Kore-Fransa, 2009 yapımı
Yepyeni Bir Hayat: Yönetmen Ounie Lecomte, oyuncular Kim Sae-ron, Park do-yeon, Ko A-sung... Genç Ustalar bölümünden, laser altyazılı vizyon sırası bekleyen film, babaanne, üvey anne, yeni doğan bebek ortamında kendisine yer kalmadığından, sevgili babası tarafından evlât verilmek üzere yetimhaneye bırakılan 9 yaşındaki kızın öyküsünü anlatır: Uzun zaman babasını bekleyen, alışmaya direnen zekî kız zamanla bir arkadaş edinir ama, onun da yeni bir aile bulması çok sürmez. Fransız bir aile tarafından alınıp Paris'te büyüyen yönetmenin yaşamından izler taşıyan çok güzel filmin bitiminde, babasının kızı terketmesinin ne kötü olduğunu söyleyen arkadaşına "abla"nın yanıtı, "hepimizin hayatında buna benzer hikâyeler yok mu? Küçük kız kadar babası da ölünceye dek bu durumla yaşayacak/uğraşacak..." olur.

Çıkışta kızkardeşinin de eklenmesiyle, sıcak demleme çay içmek üzere Beyoğlu Sineması Cafe'sine inen
üşümüş üçlü, sıkı bir sinema sohbeti tutturmuşken ara verir, kendini yazar ilân edeli, birmilyonkalem'den aldığı İLK ÖDÜLÜ duyuran "abla"yı kutlarlar; "şampanya"dan sözederlerse de, ego'su Sebastian'ı azdırmak istemeyen "abla", evyapımı cevizli kekle, demleme çayın yeterli olduğu fikrindedir.

İngiltere- İtalya-Belçika-Fransa, 2009 yapımı Geride Kalan: Yönetmen Elia Suleiman, oyuncular Elia Suleiman, Saleh Bakri, Samar Qudha Tanus... Şair, Vakanüvis ve İsyancı: Elia Suleiman bölümünden: Direniş savaşcısı babasının günlükleri, annesinin sürgündeki aile üyelerine yazdığı mektuplar aracılığıyla, ailesinin, 1948'den annesinin ölümüne dek geçen sürede yaşadıklarını, halen duvarlar arasına tıkılıp "İsrailli Araplar" etiketi altında ülkelerinde azınlık durumunda yaşayan Filistinliler'in öyküsünü, kimi bölümleri çok komik biçimde anlatır. Elia Suleiman'ın babasının, düzenli olarak üzerine benzin döken komşuyu caydırmaya gitmesi, alkolik komşunun -mantığıyla ürettiği müthiş- İsraillileri altetme formüllerini dinlemesi, balığa gittikleri kıyıda sürekli gözlenmeleri, evde yatağın altında serili bulgurun barut sanılması, disco'da danseden gençlere sokağa çıkma yasağını anons eden devriye, bebek arabasıyla sokağı geçen anne dolayısıyla lâstik yakıp devriye taşlayan gençlerin eylemlerine ara vermeleri gibi çok duyarlı, hoş sahneler, izleyiciye, yüzyılın trajedisini yaşayan insanların yaşamlarına içeriden, içten bir bakış sağlar.

Gösterim sonrası izleyicinin sorularını yanıtlayan Elia Suleiman, anılara dayanan filmi dolayısıyla yöneltilen
"hafıza, ihanet ve sadakat konusunda ne düşünüyorsunuz?" sorusunu, "keşke daha basit bir soruyla başlasaydık..." diye karşılar, "tarihi yeniden üretir gibi hissediyorum kendimi, bir yandan da bu, bir anlamda kendimi korumak... doğruyu söylemek gerekirse, yaşadıklarımla müzikle yorumluyorum... izleyici yalnızlığı içinde bir keyif alırsa bu bir demokrasi alanı açacaktır." "Elia Suleiman, neden hiç konuşmuyor filmde?" sorusu "bunu başta strateji olarak saptamamıştım, yöneten, hikâye anlatıcıyken, bir de oynayınca daha şeffaf bir rehber rolü benimsedim, ifadem de yok, duygularımı saklamayı seçtim." yanıtı alır. "Filistin'de duvarlar yapılıyor, ağaçlar sökülüyor, insanlar göçe zorlanıyor, bu trajikomik bir şey, Suleiman, Chaplin tarzı espriyle, bakışla mı bakıyor hayata, izleyen filmi yine ailenin geçmişinden mi olacak?" diye soran izleyiciye, "Açıkçası emin değilim. -Yeni proje için- geçmişte bir fikir tarafından, yazmaya itecek kadar dürtülmeyi beklerdim. Birkaç fikrin karışımından oluşacak sanırım, şimdilerde masaya oturup yazmaktan kaçınıyorum, ne zaman olacağını beklemekteyim aslında..." yanıtı verir.

16 Nisan 2010 Cuma

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali 14. Günü "abla" üç film görür: Akıntıya Karşı, Elveda, Hırs

Peru-Kolombiya- Almanya- Fransa, 2009 yapımı Akıntıya Karşı: Yönetmen Javier Fuentes-Leon, oyuncular Cristian Mercado, Manolo Cardona, Tatiana Astengo... Uluslararası Yarışma bölümünden sevgi üzerine, Festivalin en iyilerinden muhteşem film, Peru'da, Okyanus kıyısındaki küçük köyde yaşayan sevilen bir balıkçı, bebek bekledikleri sevgili eşi ve balıkçının gizli aşkı Lima'lı ressam arasında yaşananları anlatır. Karısına ve bekledikleri bebeğe çok bağlı balıkçı, gizlice buluştuğu "ressam gibi olmadığı" iddiasındadır. Birgün birdenbire ortadan kaybolan kayalar arasına sıkışan cesedi bulunup dinî törenle defnedilmediği sürece hayaleti yalnız balıkçıya görünen ressamın evine giren genç bir kızla delikanlı, balıkçının çıplak resimlerini bulurlar. Başlangıçta resimlerle ilgisi olmadığını söyleyen balıkçının karısı, kocasının ressamı halâ sevdiğini anlayınca, yeni doğan bebeğiyle evi terkeder. Dindar köylülerin dışladığı balıkçı, yalnız yaşamını sürdürmeye çalışırken, oğlunun -ağlara takılan- cesedini almaya gelen annesi ile kızkardeşini görmeye gider; onun burada gömülmek istediğini, kendisini bu yüzden terkeden karısına karşın bunu yapacağını söyler.

Sevgisinin, yücelten sorumluluğunu kabul eden balıkçının tek başına omuzladığı sevgilisinin cenazesi ardına, değişmekte olan gelenekleri, yıkılan tabuları, kırılan önyargıyı müjdeleyen
-daha çok gençlerden- küçük bir grup eklenir.

Gösterim sonrası izleyici karşısına çıkan filmin yetenekli oyuncusu Tatiana Astengo, filmin ortak yapım olması konusunda, "Güney Amerika'da film yapmanın ne yazık ki tek yolu bu, böyle de olsa severek yapıyoruz" der. Bir izleyicinin, Okyanusa defnedilen cenazeyi kastederek, "Peru'da cenaze törenleri böyle mi yapılıyor?" sorusuna, "hayır, bu yönetmenin yarattığı birşey..." yanıtı verir. Filme nasıl yaklaşıldığını soran izleyiciye, "film Peru'da Ağustos'ta gösterime girecek," der, "Peru halkı çok dindardır, zor olacak ama çok konuşulacak; ana teması kendimizle barışık olup gurur duymamız; filmin bir aşk ve cömertlik mesajı var." Astengo, kariyeri ile kaygı duyup duymadığını merak eden izleyiciyi, "ben büyük mutlulukla kabul ettim" diye yanıtlar, "Los Angeles'te yaşayan Peru'lu yönetmenin ilk filmi, üzerinde çok uzun süre çalışmış, yaşamıyla da bağlantılı, kendi hayatını ortaya koyduğu için çok cesur olduğunu düşünüyorum..."

Fransa, 2009 yapımı Elveda: Yönetmen Christian Carion, oyuncular Guillaume Canet, Emir Kusturica, Alexandra Maria Lara, Willem Dafoe... Dünya Festivallerinden, izleyicinin laser altyazılı izlediği, vizyon sırası bekleyen film, "hain" ilân edileceğini bile bile, gerekli gördüğü için tarihi değiştirme/yenidenyazma sorumluluğunu alıp Soğuk Savaşı sona erdiren bir adamın, Albay Grigoriev'in hikâyesini anlatır. Fransız bir mühendisle bağlantı kuran, metroda, parklarda buluşup bir dönemi bitirecek çok önemli bilgiler aktaran Grigoriev, şiir, müzik üzerine de konuştukları sohbetlerden birinde "komünizm" der, "büyük rüya!"... "sokaklarınız mutluluk taşıyor" diye dalga geçen mühendise yanıtı "1917'de ülke ortaçağdaydı" olur, "yalnızca 40 yıl içinde uzaya çıktık, bunun anlamını biliyor musun? Şimdi komünizm tıkandı, tıkanıklığı patlatmak gerek!" Bu gerekçeyle, aktardığı belgeler, Ronald Reagan (Amerika Devlet Başkanı) ve François Mitterrand (Fransa Devlet Başkanı) tarafından değerlendirilirken, "Farewell" ülkesinde deşifre olur; Fransız mühendis ailesiyle -ancak- kaçabilecek zaman bulur. SSCB devlet başkanı Gorbaçov'un, 1985'te, perestroyka -yeniden yapılanma-, glasnost -açıklık- dışında seçeneği kalmaz. "Abla"nın, genç bir kadınken yaşayıp kavramakta zorlandığı, Dünyanın yaşadığı bu ânî değişikliğe akla yakın açıklama getiren film, yine festivalin en iyilerinden...

Günün son filmi için Sinepop'a giderken Emek Sineması önünden geçen "abla", gözüne ilişen, duvara üstüste çakılı iki tabelada yazanları not eder:

(allta) Melek Sineması, 1924-1957, Salonundaki iki melek figürüyle İstanbul'un en güzel sinemalarından biriydi.
(üstte)
10 NİSAN 2010, EMEK SİNEMASI, HALA BURADA, YIKMAK İSTİYORLAR, YIKTIRMIYORUZ

İngiltere, 2009 yapımı Hırs: Yönetmen Özgür Uyanık, oyuncular James Powell, Tom Shaw, Lorna Beckett... Mayınlı Bölgeden: Thatcher politikalarıyla sınırlanan video üretimi ve bir oyuncunun ölümü sonucu yarım kalıp depoya atılan Sokakların Adamı adlı filmin tamamlanmasını takıntı haline getiren James, sonunda kendisini sapıkça vahşi eylemlerin kahramanı katille özdeşleştirmekten alıkoyamaz.

Gösterim sonrası,
Ankara doğumlu, 30 yıldır İngiltere'de yaşayan yönetmen Özgür Uyanık'ın izleyiciye anlattıkları: "Fikir 10 yıl önce aklıma geldi, ben de James gibiydim, depoda Karanlık Kan diye bir film bulmuştum... Filmimi sahte belgesel tarzında gerilim diye nitelendiriyorum... Sokakların Adamı diye bir film yok aslında, onu da biz çektik... Ana tema ego, James durmayı bilmedi... Bir sonraki filmim ölümle yaşam arasındaki noktayı anlatan çağdaş bir karafilm olacak... Rec., Clover türünde evet ama, orada kayıt aynen gösterilir, ben bir adım ileri gitmek istedim... Hırs iyi ama etrafınıza bakıp sistemi kavramanız, içine girmeniz gerekiyor... Sokakların Adamı süper film değil, basit, sadistçe ama James'in gözünde potansiyel olması gerekiyordu, senaryoyu bunu düşünerek yazdım... Evet geçmişimde Dorothy'ye benzer bir karakter vardı bana da ".oksurat!" diye seslenen... James'in konuştuğu bir sahnede geride görünen Shining afişini James karakterinin bir parçası olsun diye koydum... Son sahnede vahşetin gösterilmemesi stil açısından bir seçimdir, belgeselde de gösterilmez, Haneke şiddeti kadrajın dışında tutar, sesle izleyicinin hayâlgücü birleşebilsin diye... James'in yaşadığı şeyleri ben de yaşadım ama karakterimiz çok farklı... sonuçta filmini bitirdi, ağır bir maliyeti olsa da..."

15 Nisan 2010 Perşembe

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali 13. Günü "abla" üç film görür: İncir Çekirdeği, Kosmos, Heliopolis

Türkiye, 2009 yapımı İncir Çekirdeği: Yönetmen Selda Çiçek, oyuncular Özgü Namal, Derya Durmaz, Barış Çakmak, Veysel Diker... Yeni Türk Sineması bölümünden Selda Çiçek'in, bir ailenin askerden dönen oğullarının kır eğlentisi sırasında mayına basarak ölmesi, kızkardeşinin kendisini sorumlu tutuğu ölüm üzerine intiharı, diğer kızkardeşin ölenin kocasıyla evlenmesi, kocanın eşini unutamayıp başka bir kadınla yaşaması, annelerinin, gördüğü 7 yıllık psikolojik tedaviye karşın canına kıymasını anlatan ve gerçek öyküye dayanan ilk uzun metraj filmi, Mardin'in muhteşem mekânlarında geçer.

Gösterim sonrası, oyunculardan
Derya Durmaz ve Barış Çakmak'la izleyicilerin sorularını yanıtlayan Selda Çiçek, filme zaman zaman yabancılaştığını söyleyen, teknik anlamda çerçevelerde niye boşluk yarattığını soran izleyiciye katılmadığını söyler, "tam tersini düşünüyorum" der, "boşluk bırakmamaya özen gösterdim." Derya Durmaz ekler; "Hayatımızda bizi acıtan hikâyeler var, Selda bunları kanırtmak istemedi. Boğazda bir yumru olarak kalsın, ağlayıp unutulmasın istedi."
Filmi beğenen hanım izleyici, "kadınlar değil, erkekler de daha iyisini bilmiyorlar," der, "ağlama sızlama olmadan, kadının ne kadar güçlü olduğunu göstermişsiniz, çok güzel anlatmışsınız."

Yapımcıyla yakınlığın zorluk yarattığını, yakınlık yoksa yapımcının kâr amacıyla daha objektif davrandığını söyleyen bir başka izleyici Deli İbo karakterinin filme ne katkısı olduğunu sorar. Selda Çiçek'in, "yapım sorunlu oldu, bunun üzerine yapımcılığı da biz üstlendik, filmin metaforik yapısı içinde İbo mayına basarak ölen gencin yerine kondu." yanıtına Barış Çakmak "bizler tiyatrocuyuz, Selda ile konuşarak yaptık, biz bir sorun görmüyoruz" eklemesi yapar.
Duygu sömürüsü yapmadan duyarlı anlatım için teşekkür eden izleyici, uyumunu gördüğü oyuncuların nasıl hazırlandıklarını bilmek ister; Doğu ve Güneydoğu'da sivil toplum örgütlerinde çalıştığını belirten Derya Durmaz, dinamiklerini kavrayıp oralarda yaşayınca, üzerine bir ay kadar Mardin'de kalıp şive koçuyla çalışınca... der, Barış Çakmak, ekler, "aksandaki müziği kapmak için, Mardin'e gelir gelmez birkaç Mardinli arkadaş edindim, böylece hazırlandım."

Yabancı bir hanım izleyici İngilizce olarak, annenin niye intihar ettiğini sorar, bir de yönetmenin yakın çevresinde intihar yaşanıp yaşanmadığını bilmek ister. Yanıtın, "yabancılar için yabancı olabilir ama, ülkemizde bize bile uzak olan o kadınlar büyük sorunlar içinde yaşıyorlar... Cemile 7 yıl sonra bile çocuğunun acısını atlatamadı, hayatımda böyle bir şey olmadı ama, ben, o yaşta nedensiz yere bir evlât yitirsem, öyle davranabilirdim" olduğu güzel kadın filminde "abla", Cemile'nin kendini asmasından sonra, boynu bükük İbo'nun ardısıra, boş taş sokakta, rüzgârın sürüklediği naylon poşet görüntüsünü çok beğenir.

Bir sonraki seansta Atlas'ta yerini alan "abla" tam önüne gelip oturan Derya Durmaz'la, kısa bir sohbet daha dalmışken, sahneye, filmin iki oyuncusuyla çıkan Reha Erdem,
"biliyorsunuz film yarın gösterime girecek" der, "bu İstanbul'da ilk gösterim, aslında gala gibi birşey oluyor". Türkiye, 2009 yapımı Kosmos: Yönetmen Reha Erdem, oyuncular Sermet Yeşil, Türkü Turan, Hakan Altuntaş... Yarışma dışı bölümden Kosmos, Florent Henry'nin harikulade görüntüleri, yakındaki tatbikatın aralıksız gümbürtüsünü yaran marşandiz homurtusu, kesintisiz kar savuran rüzgârın dinmeyen vınıltısı, Kosmos ile Neptün'ün kendilerine özgü iletişim çığlıklarıyla resmedilip seslendirilen, -"abla"nın gördüğünde bayıldığı- muhteşem Kars'ın yeri ile göğü arasında yaşanan, boyutlararası kahramanı Battal'ın öyküsünü anlatır.

Battal, dehşet içinde kaçar gibi geldiği Kars'ta suya kapılmış küçük oğlanı kurtarır, ona can bağışlar. Oğlanın babası Battal'ı sahiplenir, kahveci iş ve barınak sağlar ama Battal'ın tek derdi,
"abla"nın, "Tanrısallığın demo"su saydığı "aşk"tır, kahvedekiler karı istediğini düşünür, gülüşürler. Battal, yargıdan kaygıdan azade, içtenlikle, sarılmak istediğini söyler, bir kadının ağrıları için yeşil reçeteli ilâç çalar, elindeki sigara yanığını onardığı gibi, astımı şifalandırır, para, -bir enerji biçiminden ibaret olduğunu kanıtlarcasına- elleri arasından akar da akar...

Yabancılardan korkmaları gerektiğini düşünenlerle, sınır kapısı açılsın diye imza toplayanlar, bir tabutla dolaşarak babalarının zehirlendiği gerekçesiyle otopsi isteyen erkek kardeşler,
-kendi suçluluk duygusundan sıyrılamayıp ölen- dilsiz oğlan, gece göğünü çizip düşen bir uydu, eriyip donduğu, yine eridiği rüyasını Battal'a anlatan, sürgün, 20 yıllık öğretmen, insanların, içlerinden gelen sese kulak verenleriyle ver(e)meyenleri arasındaki ayrımın mihenk taşı, bir üst titreşim/bilinç düzeyinden emanet Battal, filmin sonunda, başındaki gibi karlara bata çıka dehşet içinde kaçar/yeni hedefine koşar. Film, kuyruğunu yutan ejder başlı yılan ouroboros gibi, döngünün mükemmel biçimde tamamlanışıyla sona erer.

Gösterim sonunda, izleyicilerden birinin
"Bu film anlatılamaz, müthişti, bu deneyim için teşekkürler" der ve filmi Kars'ı görerek mi yaptığını, bir de Battal'ın dilsiz oğlanın iki parmağını tuttuğu görüntüyü kastederek, Sixtin Şapel'i tavan freskine gönderme olup olmadığını öğrenmek ister. Yönetmenin yanıtı "Kars'ı gördükten sonra yaptım, Sixtin Şapel'i bilinçli değildi" olur.
"Filmde müthiş ses kurgusu var, Reha Erdem tarzı görülüyor... Kaç Para Kaç'ı özlüyorum, kutluyorum ama orta karar bir film diye düşünüyorum" diyen izleyiciden sonra mikrofunu alan bir hanım izleyici "Adam yürür, yürür, çocuk yürür, yürür, Fellini Reha sıkılır..." der, "TV'de, hazırladığınız filmi izledim, merak ettim ve geldim, çok sıkıldım. Bizim yönetmenlerimiz hızlı sahneleri 2015'te mi çekecekler?"
Yönetmen "ben sizin zamanınıza uyum sağlamak peşinde değilim" der, alkışlar arasında devam eder "bu sıkıntı, biz yönetmenlerin giderebileceği bir şey değil". Alkışları kasteden hanım sorar "bu insanlar için mi yapıyorsunuz filmlerinizi?.."
Konuşmalar karşılıklı atışmalara dönüşür, arkadan gelen "biz istiyoruz bu filmleri!" sesleri arasında gerilen sohbet, yaklaşan seans gerekçesiyle, sona erdirilir.

Mısır, 2009 yapımı
Heliopolis: Yönetmen Ahmad Abdalla, oyuncular Khaled Abol Naga, Hanan Metaweh, Hany Adel... Büyüleyici İsyancılar: Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dan Bağımsız Sinemalar Seçkisi bölümünden, -Grekçe Güneş Şehri anlamında, Mısır'ın en eski dönemlerinde 13 kez başkent olmuş- Heliopolis, 1956'dan önce özellikle Yunanlıların oturduğu, kovulma/terklerinden sonra, hızla değişmekte olan güzel zengin mahallenin mekânı olduğu, değişik dinlerden birkaç kişinin, akşamında "heba oldu koca gün" diyerek yeni bir güne hazırlanışlarına dek yaşadıklarını anlatır. Nişanlı çiftin erkeğinin dile getirdiği "ilk tanıştığımızda seninle buluşmaya gelmem iki saati bulurdu, o zamanlar saatlerin hiç mi hükmü yoktu?" sözleri "abla" için, güzel, sade filmin en anlamlı cümlesidir.