19 Ekim 2010 Salı

"Abla"nın, "enerji dozu" ardından: Ekim Cumartesisi, Pazarı, Pazartesisi ve Salısı

Mayıs'ta kızının, anneler günü ve doğum günü hediyesi olarak aldığı -mor- enerjilere, hazır Filmekimi'ne gelmişken, deyip bir doz daha ekleyen "abla", sonraki günlerde yaşadığı harika deneyimi anlatır.

Düzenli okurunun acı macerasını bildiği
Naciye Hanım'ın, katıldığı ilk meditasyon deneyimi izlenimini "abla"ya aktardığı kahvaltıdan sonra, iki kadın yakındaki markete gider, kıza ve damada pişirmek üzere sebze alışverişi yaparlar. Ertesi akşam Kuzey Ege'ye, evine döneceğinden durakta vedalaşırlar, "abla" minibüse biner, Şişli'de Cumhuriyet Gazetesi'nin sokağında iner.

Gazete okumayıp, haber izlemediği son
beş yıl öncesinde, sadık okuru olduğu Cumhuriyet Gazetesi önündeki çelenk ve hüzünlü insan kalabalığı dikkatini çeker; güvenlik görevlisinden, -anneannesiyle aynı tarihlerde, mübadelede Hanya'dan Çanakkale'ye göçen annesi Fatma Hanım tarafından hemşehrisi saydığı- Deniz Som'un vefatını öğrenen "abla" üzülür. Hayatın herşeyden çok geçici, hayattan alınan derslerin ise kalıcı olduğunu bildiğinden yüreğindeki üzüntüye gömülmez, güzel, serin Ekim Cumartesisi'nde Rumeli Caddesi'ne yönelir.

Taksim'e çıkmak üzere teleferiğe binmeden, elyapımı kutularını yaptığı takı tasarımcısı hanımın dükkânına uğrar; el, hayâl ve kalp kırıklığı üzerine acı bir deneyim dinler,
empati kuran yanının kontrolü ele geçirmesine izin vermez, kapılmaz.

Çok eğlenceli bulduğundan, İstanbul'a her gelişinde ne yapıp edip,
hiç değilse bir rotasını teleferik bağlantılı çizen "abla"nın, -değiştirileceğini, damattan da değişim sırasında içinde kalan miktarın sahibine ödenmediğini öğrendiğinden- yükleme yapmadığı Akbil'i, turnikede bildik berbat sesle durumu ilân eder. Ne yapacağını kestiremeyen "abla"nın "kimse var mı, bakar mısınız?" seslenişine telâşla koşan görevli, -kimbilir ne düşünüp neden ürkerek- hattı durdurduğunu söyler, "böyle anî durdurmalarda, sonradan arızalar oluyor" diyerek gözdağı vermeyi de ihmâl etmez. Görevlinin çıkışması, "abla"nın neşesini gölgelemez.

Bir sonraki sınavda
da, kendince yüksek performans gösteren "abla", dönüşünü açık aldığı -bir ihtimal, işi bitti deyip geliş biletiyle çöpe attığından gösteremediği- bilete, işlem yapamayacağını bildiren, -bilgisayar kayıtlarına bakarak sorunu çözebileceğini düşündüğü- görevliye öfkelenmez. Önüne uzatılan formu doldurur, puanlarıyla dönüş biletini alır; bir zamanların şanlı, harlı "abla" öfkesine teğet geçen minik aksiliklerle döşenmiş yolu üzerindeki bir sonraki hedef Beyoğlu Sineması'na yollanır.

Venedik ve Altın Koza'dan ödüllü, 2010 yapımı
Çoğunluk: Yönetmen Seren Yüce, oyuncular Bartu Küçükçağlayan, Settar Tanrıöğen, Esme Madra, Nihal Koldaş, Erkan Can, Feridun Koç... Küçük kızkardeşiyle izeyip, çok beğendikleri film, "abla"yı kötümserliğe sürüklemez. Emsali akranları gibi Mertkan, ev içi şiddetin muhteşem örneği, elbette iyiliğini düşünerek, oğlunu temelsiz düşmanlık duygusuyla yükleyen babasıyla, duyarlılığını çevresine yayamamış annesi arasında sıkışıp pes ederek yaşamla ilgili sorumluluklarını yüklenmeyi reddetmiş, kendisinden güçlü gördüklerinin "oğlum bak şöyle yapmalısın, böyle etmelisin, ...meli, ...malı"larına kendini bırakmıştır. Kendisi hakkında hiç fikri yokken, bilinen -askerliği geciktirmek üzere Açık Öğretimde okumak, sadece "çakmak" amacıyla kız arkadaş edinmek türünden- kalıpları tekrarlayarak yaşayıp giderken -son zamanlarda ille her filmde şakır şukur mastürbasyon sahnesiyle resmedilen abazanlığın da ağırlığıyla-, yakışıklı bir koca bulup evlenmek hayâlini safça ortaya koyan Doğulu kızın ilgisinden etkilenir. Oğlanı sıkmamanın ilişkinin selâmeti için zorunlu olduğunu düşünen ve buna göre, -kökeni dolayısıyla taşıdığı riski gözardı ederek çok fedakâr, verimkâr- davranan kızla buluşur ama, ailesinin bile tanıdığı kız, arkadaşları arasında çingene diye anılmaya devam eder.

Babanın net tavrı üzerine, duygularını soruşturduğu oğlundan, beklediği belirsizliği gördüğünde,
-"abla"nın, oğlunun duygusal tepki vermesi durumunda babayla kıran kırana mücadele edebileceğinden şüphelendiği- anne, "beni babanla uğraştırma" diyerek çoğunluğa katılır.

Küçük kızkardeşinin ısrarlı önerisi üzerine
Aksanat'ta izledikleri, savıyla, sahnelenişiyle pek güzel oyun Şeylerin Şekli'nden tanıdık Bartu Küçükçağlayan Mertkan, film boyunca iki kez, doğru, iyi, güzel'e ulaşma fırsatı yakalar: Sarhoşken arabasına çarptığı, babasının bürosundan tekme sille tokat atıldıktan sonra çay içerken gördüğü taksi şoförüne -"abla"nın çok beğendiği Takva'nın muhteşem Muharrem'i Erkan Can- baktığı birkaç dakika ile Gebze'deki şantiyede akşam yemeği yediği kebapçı önünden geçerken, kendisine başıyla selâm veren Kürt ameleyle bakıştığı kısacık an.

Çıkışta kardeşiyle,
"ne mal olduğumuzu yüzümüze vuran filmlerden" diyerek sınıfladığı film; düşmanlık, hayâlkırıklığı, engellenmekten doğan öfkeli oğula babanın sağladığı "emanet", olacaklarla ilgili hiç umut vermese de, hayatta, sebeplerine bakarak, herşey tam olması gerektiği gibi olduğu fikrine varalı nereye varır bunun sonu kaygısını terkettiğinden, "abla"da hiç umutsuzluk yaratmaz.

Gün boyu sınandığı, baktığında koordinatlarını beğendiği güzel Ekim Cumartesisi, akrabalarla sevgi dolu buluşma ardından,
"eflâtun"a, "bilmemkaç" olduklarını söyledikleri korsan taksiyle evlerine, yarı bedelle ulaşmalarıyla sona erer.

Ertesi gün, günlük güneşlik Ekim Pazarı, kızkardeşler bu kez bir Godard filmi izlemek üzere
Pera Müzesi kapısında buluşurlar. Fransa-İtalya, 1961 yapımı Kadın Kadındır: Yönetmen Jan-Luc Godard, oyuncular Jean-Paul Belmondo, Anna Karina, Jean-Claude Brialy, Henri Attal... Striptizci Angela, birlikte yaşadığı Emile'den bebek ister ama Emile'in buna gönlü yoktur. Ayaklarını silkeler yatağa girerler, konuşurken küser, kalkar kitaplığa giderler, isimleri elle kapatarak ürettikleri sözlerle birbirlerine sataşırlar. Arkadaşları Alfred bebek yapma işine çok heveslidir ve üzerine düşeni de yapar ama çift birbirlerini sevdiklerini farkeder, biraraya gelirler.

Oldumolası Godard filmlerini
"zor" bulan "abla", bu kolay izlenen, eğlenceli müzikâl filmden memnun çıkar; yönetmen ile Truffaut filmlerine şirin göndermeler, kafede Jean-Paul Belmondo'nun, bu filmlerden birinin oyuncusu Burt Lancaster için "arkadaşım olur" deyip, dönüp kameraya sırıtışı... sinemanın gişe kaygısıyla çatılmış kalıplarının olmadığı zamanlarda yapılan filmlerin, ayrı bir tadı olduğunu düşündürür. Angela'yı "şımarık" bulmasının, genlerine işlemiş kadın değersizliği'nden kaynaklanıyor olabileceğini farkeden "abla", bu farkındalığın altını usulca çizer.

Karanlık, ıslak Ekim Pazartesisi sabah 5:30'da,
tufan provası yağış eşliğinde Kuzey Ege'deki evine varan "abla", bir sonraki gün, lodosun nazikçe üfürdüğü ılık Ekim Salısı denize girmeyip yazı yazdığı için suçluluk duymaz, kendisini mutlu eden yazma eylemi sırasında, kendisini bir sonraki iş(ler)i planlarken ya da birşeyler kaçırıyormuş paniğine kapılmış bulmaz. Ve verandada, kendisine koliden ev yapan, önüne mama, süt, haşlanmış yumurta koyan, sulandırılmış İsveç Şurubu'yla ıslatılmış pamukla sık sık sümüklerini silen "abla"nın, kucağı için cayır cayır bağıran bebek kedi, vicdanını rahatsız etmez.

Koordinatlarının yerleştiği tüm bu
yeni iyilik noktalarının, bakışının, -taaa uzaklara dek pırıl pırıl görüş sağlayarak- keskinleşmesi gibi, ruhunun da, -doğru-iyi-güzel seçimlerle, suçluluk duymaksızın dengede kalabilmesini sağlayan- becerilerinin arttığını gözlediği muhteşem zamanın, enerji aldığı günler sonrasına denk geldiğini sevgiyle saptayan "abla" sevinçle, epeydir alamadığı kadar deriiiin bir soluk alır.

Hiç yorum yok: