16 Nisan 2011 Cumartesi

30. İstanbul Film Festivali onbeşinci gününde "abla" iki film izler: Amador, Değirmen ve Haç

16 Nisan 2011 Cumartesi sabahı, her ne kadar önceki yıllara oranla rekor sayıda düşük film izliyor olsa da, zamanı dar "abla", dönmeden buluşmak isteyen sevgili arkadaşlarından biriyle, Arabiko'nun masa üzerindeki kaşar tabağına hamle yaptığı, kara kadife kulağı -bizzat "abla" tarafından- fiskelenince kanepeye döndüğü, güzel kahvaltı sohbetinde buluşur.

Civarındaki boylu poslu binaların hangi aralık yükseldiğini anlamadığı Beşiktaş pazarı tıkanıklığını aşıp; ilk filmi için Atlas'a yönelen "abla", iş görüşmesi için İzmir'e gitmeye niyetlenip, iki kez inemeyen uçakla,
-kısmet!-, Bodrum'a inen, İzmir'e ulaşmak için birkaç kişiyle tuttukları taksinin şoförünün önerisiyle Milas'ta köfte molası veren sevgili arkadaşıyla sinemaya girer.

İspanya 2010 yapımı
Amador: Yönetmen, -"abla"nın beğendiği Güneşli Pazartesiler'in de yönetmeni- Fernando León De Aranoa, oyuncular, -Madeinusa ve Acı Süt'ten tanıdık, sevildik- Magaly Solier ile Celso Bugallo, Pietro Sibille... Göçmen Marcela, çiçekçilik yapan kocasıyla hazırladıkları buketleri taze tutmak amacıyla koydukları buzdolabı bozulunca, yenisinin peşinatını zor denkleştirebildiklerinden, taksitler için yaşlı, yatalak Amador'a bakmaya başlar.

Deniz ile göğü tamamlamanın zor olduğunu
söyleyen, puzzle meraklısı Amador, Marcela'ya, yaşamın puzzle gibi olduğunu, gelirken resmi tamamlayacak tüm parçaların elimize verildiğini, doğru yere doğru parçayı yerleştirmenin ise bizim seçimimiz/sorumluluğumuz olduğu anlatır. Dostlukları gelişirken, her perşembe görmüş geçirmiş bir fahişenin de ziyaret ettiği Amador, buzdolabı parası denkleşemeden ölür. Parasını tam alabilmek için ölümü ailesine haber vermeyen Marcela, bir zaman sonra kızının gelişiyle paniğe kapılırsa da, yaptırdıkları inşaatı tamamlayabilmek için babasının emekli maaşına ihtiyaç duyan kızı, Marcela'dan işine devam etmesini ister. Yoksulluk, ölüm, Tanrı'ya inanç üzerine eğlenceli bir film...

Polonya-İsveç 2011 yapımı
Değirmen ve Haç: Yönetmen Lech Majewski, oyuncular Rutger Hauer, Charlotte Rampling, Michael York... Filmden önce perde önüne, İsveçli ortak yapımcıyla gelen yönetmen Lech Majewski, "bilgisayar grafikleri yapan arkadaşlarla ince ince çalıştık" diye anlatır, "tablodaki alanları yaratabilmek için yedi farklı perspektiften yararlandık, her bir karenin ortalama 40 katmanı var, dolayısıyla çok etkileyici oldu, sürekli kontrolle, çok dikkatli çalıştık, resmi hayata geçirebilmek için büyük sıkıntı çektik, yarım bir ağaç var diyelim, tamamlayıp boşluğu doldurmak gerekti" Film gösterimine geçilmeden önce, tercüman, yönetmenin aynı zamanda ressam da olduğunu, boyamaları kendisinin yaptığını söyler.

Flaman ressam Pieter Bruegel'in, 1564 tarihli Çarmıha Gidiş adlı tablosu "içinde" geçen film, Aziz Simon'un annesi ve arkadaşları, kasabanın zengin tüccarı, köylüler, dinî, askerî 500 karakteri tanıtır; çarmıha gerilme öncesi ve sonrası, dimdik bir kayanın tepesine kurulu değirmenin ürkütücü gölgesinin düştüğü köyde yaşayanları, yaşantılarını anlatır.
Resmini nasıl kurduğunu, en önemli öğeyi tam ortaya koyup sonra da nasıl gizlediğini anlatan Bruegel, yaşamını sürdürmekte köylülerin ortasında gelişen çarmıha germe için, "demek herşey, herkesin gözü önünde olup bitiyor" derken, Aziz Simon'un mağaraya taşınmış bedenine bakan annesi, "karnımda ilk kıpırdadığı anda Dünyaya gelişinin bir anlamı olduğunu, ışık getireceğini biliyordum" diye sessizce ağlar.

Film sonrası,
3 yıl önce Camdan Dudaklar filminin tanıtımı için aramızdaydı denilerek perde önüne davet edilen yönetmen soruları yanıtlar:

Sinema TV mezunu olduğunu söyleyen izleyici, "bir tablo inceleyen filmi dolayısıyla aklıma geldi" der, "Greenaway sinema ölüdür demişti, bu konuda ne düşünüyorsunuz?" "Her sinemacının yöntemi farklıdır," diye yanıtlar yönetmen, "ortak tema, tablo, suç, savaş olabilir. Ben kırk yıl düşünsem Bruegel tablosu üzerinden teknik olarak böyle film yapacağım aklıma gelmezdi; Inception, Karayip Korsanları, Avatar filmlerini yapanlar gelip tebrik ettiler, onların bütçelerinin binde biri ile bu filmi yaptığımız için, bu hayâl gücüdür, sinema bir resimle başlar."

Filmi çok beğenerek izlediğini
söyleyen izleyici, finaldeki dans sahnesi ve tablonun müzedeki görüntüsünün anlamını merak eder; "bunu ben de bilmek isterdim" der yönetmen, "yaptığım herşeyi de biliyorum anlamına gelmiyor; dans Bruegel'in yorumu, insanlar büyük travma sonrası dans edebilirler, yaşamı kutsayabilirler. Müzedeki resimli final ise, herşey resimden ibaret..."

"Bruegel'in bu tablosunu film yapma fikri nereden geldi?"
sorusu, yönetmence "Bruegel'den kaynaklandı," yanıtı alır, "öğrenciliğimde, her gidiş dönüşümde izlerdim. İkarus'un Düşüşü tablosunda da olduğu gibi, soyutlama gücüne, gerçeği, günlük yaşamın içine, ortasına gizlemesine hayranlık duyuyorum. Amerikalı sanat tarihçisi Michael Gibson, yazıp bana yolladığı kitabında Bruegelvâri bir yaklaşımım olduğundan söz eder. 500 ayrı figür, tümüyle düzlük Flaman toprağında, tablonun dikey aksına yerleştirdiği kayalığın tepesindeki değirmen Bruegel'in soyutlaması. İtalya'ya gittiğinde, kayalıkları görür, çatlaklarıyla insan bedenindeki yaralar arasında İncilvâri bir paralellik kurar."

"Bu bence, olağanüstü, devrimci bir film"
der bir diğer izleyici, "Bruegel'in örümceğin ağını örüşündeki incelikle... 1500 yıl arayla Beytüllahim ve Avrupa... Finalde resmin gösterilişini anlamlı buldum, müzeler bellektir."

Halkın kurtarıcıya değil Simon'a baktığını
söyleyen başka bir izleyici sorar, "Bergman'ın 7. Mühür filmi geldi aklıma, yedi kişinin ölüme gidişi aynı dinginlikle işlenmişti, esinlenme var mı?" "Evet, tahmininizden fazla..." olur yönetmenin yanıtı ve ekler "halkın İsa'dan çok Simon'a bakması Bruegel'in stili, çok açık anlatmamak için böyle yapıyor."

Hiç yorum yok: