12 Nisan 2011 Salı

30. İstanbul Film Festivali onbirinci gününde "abla" üç film izler: Pupupidu, Issız Ev, Atlıkarınca

12 Nisan 2011 Salı günü, sümbüller açalı, rotasını Harbiye Radyoevi önünden geçirip, kısacık koklama molası verdikten sonra Cadde'ye ulaşan "abla"nın ilk filmi, Fransa 2011 yapımı Pupupidu: Yönetmen Gérald Hustache-Mathieu, oyuncular Jean-Paul Rouve, Sophie Quinton, Guillaume Gouix... Polisiye roman yazarı David Rousseau, Fransa'nın Sibiryası'na almaya gittiği miras bağların belediyeye bağışlandığını öğrenir; kendisine kalan doldurulmuş ölü köpek Toby'i çöpe atıp, 600 km.lik dönüş yoluna koyulmuşken, İsviçre sınırındaki tarafsız bölgede rastladığı polis, karlar içinden, intihar ettiğini söyledikleri model, aktris, sunucu genç kadının cesedini çıkarmaktadır.

Konu sıkıntısı çekmekteyken, bu hiç de intihara benzemeyen olayı araştırmaya girişen David, yoluna çıkan eşzamanlı olayları gözler, sayıları izler, -psikiyatristinden öğrendiğine göre- yaşamı Marilyn Monroe'nunkiyle büyük benzerlikler taşıyan, onun reenkarnasyonu olduğuna inanan Candice'in ölümü çevresindeki sırrı çözer. Arada iki öldürülme tehlikesi de atlattığı filmin sonunda, Candice'in, romanlarının ve kendisinin hayranı olduğunu öğrenir. Hem mistik hem polisiye, "abla"nın bayıldığı türden.

Geceyarısı Çılgınlığı bölümünden "abla"nın tek bileti, Uruguay 2010 yapımı Issız Ev: Yönetmen Gustavo Hernández, oyuncular Florencia Colucci, Abel Tripaldi, Gustavo Alonso... Öyküsü 1940'larda Uruguay kırsalında yaşanmış gerçek bir olaya dayanan filmin, kesintisiz tek bir plan sekansla Laura'yı izleyerek yarattığı gerçek zamanlı gerilim, ilk gösterimi Cannes'da 2010'da yapıldığında "teknik şaheser" olarak övülür.

Bir yakınlarının satışa çıkarılan
-uzun zamandır kimsenin yaşamadığı- evini toparlamak üzere, gece, fenerlerle içeri girip, ertesi sabaha hazırlanmak üzere uyuyan babasını üst kattan duyduğu sesler üzerine uyandıran Laura, film ilerledikçe önce babasının sonra da -bir yolunu bulup kendini dehşet içinde bahçeye attığı sıra, arabasıyla dönüp gelen- ev sahibi akrabanın/ahbabın parçalanmış cesetlerini bulur. Ne var ki parçalanan yalnızca cesetler değildir.

Zayıf ışıkta hareketli kameranın eşlik ettiği
Laura, yukarı çıkılmamasını tembihleyen ev sahibinin odasında, bir bebek arabası ve duvarlar dolusu, kendisi, babası ve ev sahibinin müstehcen ilişkisinin kanıtı polaroid fotoğraflar bulur.

Altı gün sonra bulunan, -parçalanmış kişiliği tarafından-, orakla paraladığı cesetler üzerine eğilip "size bunu kim yaptı?" diye ağlayan -ve bir daha asla bulunamayan- Laura, finalde, -ev sahibinin
ölmeden önce "bebeğe bakamazdık" dediği- küçük kızıyla orman içinde, sevgiyle konuşarak yürürken, kıra çıktıklarında, Laura'nın elinden tuttuğu bez bir bebektir! Her şeyi dozunda, açıklaması gayet doyurucu film, -festivaldeki Elisa K ve Şiir'e ilâveten- "abla"nın aynı günde izlediği iki ensest konulu filmden ilki...

İkincisi, Ulusal Yarışma adayı Türkiye 2010 yapımı Atlıkarınca: Yönetmen İlksen Başarır, oyuncular Mert Fırat, Nergis Öztürk, Zeynep Oral, Sercan Badur, Semra Çeyrekbaşı, Oğulcan Güler... Film vizyonda ve kadrosunun perde önü sohbeti o derece aydınlatıcı ki "abla" daha fazla yazma gereği duymaz:

Film sonrası soru yanıt için perde önüne dizilen, yönetmen İlksen Başarır, senaryoyu Başarır'la yazan (baba/Erdem) Mert Fırat, (anne/Sevil) Nergis Öztürk, (kız/Sevgi) Zeynep Oral, (oğul/Edip) Sercan Badur, Oğulcan Güler, (oyuncu koçu) Müfit Aytekin
alkışlarla karşılanırlar.

İlk soruyu yönelten izleyici,
"tebrikler, cesur bir iş, genç ekip genç bakış önemli" der, "Semih Kaplanoğlu'nun Meleğin Düşüşü'nde ensest işlendi, fark babanın şair olması mı, ensest toplumda yaygın, kolektif bilinçaltına sızmış, baba neden şair, Kur'an'da şairlerin sapkın olması var, biz toplum olarak Kur'an'dan vazgeçemeyiz çünkü..."
Yönetmen "Baba şair olabilmiş değil, uğraşıyor" diye yanıtlar, "Kur'an'la bağlantısı yok, erkek meselesinde ise, kadınlarda bu sayı çok düşük, binde bir, erk kime aitse ensest orada..."

Babayı Big Brother olarak görürsek, Sevgi ve Edip'in
80 sonrası kayıp kuşağın sembolü olup olmadığı sorusu, yönetmen tarafından "mümkün ama bu çok aşağıda tuttuğumuz bir şey" diye yanıtlanır, "zamansız bir film bu, 10 yıl geçti teknolojik bir değişiklik olmadı özellikle, yer de belirsiz."

"Melodramatik ton, müziğin kullanımı beni rahatsız etti" der bir diğer izleyici, "ensest bizim suskun olduğumuz bir konu. Müziği özellikle dramatik etki için mi kullandınız, Andrea Arnold'un Fish Tank'ı çok sessiz..." Yönetmen "karşılaştırılması mümkün olmayan iki film" der, "konu ajitasyona çok yatkın, müzik kullanımı yönetmen tercihi."

"Farkındalığın bir ayrıcalık değil, zorunluluk olduğunu gösterdiğiniz için teşekkürler"
diyen izleyici diğer izleyicilerden alkış alır; "genelde bu tür çıkışların faydası olmayacağı söylenir, sizce bir fark yaratacak mı?" sorusu Mert Fırat tarafından yanıtlanır "Başka Dilde Aşk'ın etkisi oldu, bu filmi ondan aldığımız cesaretle ve elbette parayla yaptık. Bir sosyal hareket başlatmayı planlamadık, ama platformlardan aldığımız olumlu tepkiler önemli, bir uyarı olması, konuşulacak olması önemli, bundan sonrası iktidarlara kalıyor."

Çok beğendiğini söyleyen izleyici çocuk oyuncu ile nasıl çalışıldığını bilmek ister, yanıtı oyuncu koçu Müfit Aytekin verir;
"metni Zeynep'in ailesine verdik önce, ondan empati kurması beklendi. Zeynep'in bu filmde oynama kararıydı asıl önemli olan. O konu değil komşu duygular işlendi, anneannesine sarılıp anlattığı sahnede, özlediği kedisi için ağladı."

Yine, çok beğendiğini söyleyen bir başka izleyici "karakterin ölümü her zaman en kolayı olmuştur" der, (filmin başında çarparak ölümüne neden olup gömdükleri) "köpekle ilişkilendirdim, çok iyi olmuş." Başarır, "biz kendimize dert edindiğimiz konuları yazıyoruz Mert'le," der, "herkesin öyküsü kendi istediğince akar," Mert Fırat devamla "biraz tahrik için öldürdük adamı, ifşa edilse toplum dışı olsa fantastik film olurdu Türkiye'de, aaaa, Türkler fantastik film yapmış derlerdi, biz de isterdik ifşa edilsin, yalıtılsın ama bizde daha kol kırılır yen içinde..."

Hukukî süreç işlenseydi, nasıl olurdu merak eden izleyici, "Türkiye'de binlerce olay var, anne ile kız bir yolunu bulup şikâyet ediyor, baba 6 ay uzaklaştırma alıyor ama aynı evde... Biz insanlara babanızı öldürün demiyoruz, sonuçta anne katil, Edip anlatamayacak, Zeynep yarıyarıya hafiflemiş, tüm hayatlarını etkiliyor... Bu önlenebilir, eğitimle, rehberlikle... kanunlar caydırıcı değil, belki empati caydırıcı olur" yanıtı alır.

Son soru, bir rehber öğretmenden gelir
"çok karşılaşıyoruz bu konuyla, insanlar seminerler istiyorlar, film sürecinde psikolojik destek alındı mı?" Yönetmen, "bıçak sırtı konu, yazma sürecinde yanlış bir şey söylememek için destek aldık" diye anlatır.

Söyleşi sona ererken, anne rolünü herkesin beğendiği,
-Kıskanmak'ın kötü kalpli görümcesi- Nergis Öztürk, "ben gruba çok geç dahil oldum" der, "empati kurmanız gereken bir rol, beni korkuttu, 14 günde çektik, ben geldiğimde her şey, atmosfer hazırdı, duygusal olarak steril bir ortamda çekti, İlksen'in olumlu tavrı olmasaydı, uzasaydı ben oynayamazdım büyük ihtimalle."

Edip'i oynayan Sercan Badur, "ben yolun başındayım," der, "karakterin değişimi beni çok etkiledi, bana fırsat verdikleri için çok teşekkür etmek istiyorum."

Hiç yorum yok: